“Maziyi muhâfaza, fakat ayıklayarak. Yeniyi kabul, ama seçerek.”
Cemil Meriç’in bu sözü, fikrî bağımsızlığın ve kültürel dirayetin pusulasıdır. Ne geçmişin kör savunusu ne de yeninin sorgusuz taklidi… İkisini aynı anda taşıyan; hem sadık hem seçici, hem köklü hem yenilikçi bir zihin inşasının çağrısıdır.

Bugün toplum olarak yaşadığımız birçok kırılmanın temelinde bu dengeyi kuramamamız yatıyor. Bir taraf, geçmişi hiç ayıklamadan yüceltiyor; diğer taraf, yeniyi hiç tartmadan içselleştiriyor. Oysa Cemil Meriç’in önerdiği tavır daha rafine, daha bilinçli bir yürüyüşü işaret ediyor: Köküne sadakatle bağlı kal, ama kurumuş dalları budamaktan çekinme.

Bu bağlamda sıklıkla hatırlanması gereken başka bir cümle var:
“Gelenek, gelen’eklerle anlamlıdır.”
Çünkü bir geleneğin ruhu; sadece geçmişte değil, her çağda yeniden “gelen” ve “eklenen” katkılarla yaşar. Gelenek, sabit duran değil; zamanla konuşan, değişimi süzerek içinde eritendir. Her çağın, geleneğe eklediği bir şey yoksa, o gelenek sadece tekrara mahkûm olur.

Eğitim sistemimizde bu ilkeyi gözetmek zorundayız. Tarihimizi, dilimizi, kültürel kodlarımızı korumalıyız. Ama aynı zamanda çağın ruhunu, çocuklarımızın dünyasını, teknolojiyi ve pedagojik gelişmeleri de hesaba katmalıyız. Ne geçmişin kalıplarına saplanıp kalmalı, ne de yeninin her parıltısını hikmet sanmalıyız.

Kültürde de durum farklı değil. Geleneksel sanatlarımızı, mimarimizi, edebiyatımızı yaşatmak önemli; ama onları bugünün diliyle konuşmayan, genç kuşağa hitap etmeyen formlara hapsetmek; aslında onları yaşatmak değil, sessizliğe gömmektir. Gelenek, ancak her kuşakta yeniden eklenen katkılarla canlı kalır.

Son söz mü?

Geçmişin yükü değil, mirası olmalı omuzlarımızdaki.
Gelecekse sadece umut değil, sorumlulukla şekillenmeli.
Maziyi koruyarak, ama budayarak…
Yeniyi alarak, ama eleyerek…
İşte ancak o zaman hem geçmişin izini taşıyan hem geleceğe yol açan bir medeniyet kurabiliriz.