Kış, şehrin karmaşası ile yorucu geçmiş ve soğuk günler bitmek bilmemişti. Kar yağınca şehri kaplayan donuk beyaz renk, beton binaların griliğiyle birleştiğinde günler birbirine karışmış gibi hissediliyordu. Adam için emekliliğin ilk ayları hayal ettiği gibi ferah geçmemişti ama bahar gelince karı koca ikisinin de içlerinde bir kıpırtı oluşmaya başladı. Bir sabah, yıllardır hafızalarından çıkarmadıkları, her fırsatta dile getirdikleri o isteği uygulamaya karar verdiler: Köylerine gideceklerdi.
Yol boyunca arabanın içini saran sessizlik, ikisinin de içinde büyüyen merakın ifadesiydi. Şehir arkalarında kaldıkça gökyüzü daha berrak oldu, hafiften rüzgâr esmeye başladı, ufuk genişledi sanki. Yeşile bürünmüş tarlaları, yol kenarlarındaki sarıpapatyaları görünce içlerine bir huzur yayıldı.
“Bak,” dedi kadın, arabanın camını açtı, dışarıyı işaret ederek, “Şu tarlalardaki toprağın kokusu ne hoş, şehrin kokularından farklı.”
Adam başıyla onayladı, fakat gözlerini dağlardan, geniş düzlüklerden ayıramıyordu. Kadın, gençlik yıllarında tarlalarda orakla ot, arpa, buğday biçmiş, kazma ile toprağı çapalamış, hasat etmişti. Adam da, o yıllarda dağlarda ağaç kesmiş; tomruk yapmış, odun hazırlamış, şu ovalarda koyun otlatmıştı. O zamanlar şehir yoktu hayatlarında. Köye iyice yaklaştıklarında dere göründü, çağlayıp akan su onlara çamaşır yıkama günlerini, suyun şırıltısına, neşesine karışan tokaç seslerini hatırlattı.
Köyün girişine vardıklarında başka bir dünyaya adım atmış gibiydiler. Ahşap evlerin arasında ince ince dumanlar tütüyor, dereden gelen su şırıltısı ile kurbağaların vıraklaması, kuş cıvıltıları şehirde unuttukları seslerdi. Taze toprak kokusu, bir güzel hatıra gibi ciğerlerine doldu. Adam, arabayı evin önünde durdurduğunda ikisi de derin bir nefes aldı. Adam, “Burası hâlâ bizim evimiz.” Kadın, çevresine bakarak ekledi: “Toprak da hâlâ bizim toprağımız.”
“İşte,” dedi kadın, “Özlediğimiz yer burası.”
Ev, zamanın hırpaladığı ama hâlâ ana iskeleti dimdik duran eski bir ahşap yapıydı. Sağında solunda çürümüş, kopmuş tahtalar vardı; her yeri örümcek bağlamış, pencere önlerine kuşlar yuva yapmış, kapı önünü dal yaprak kaplamıştı. Yıllardır hiç budanmasa da bahçenin köşesindeki erik ağacı çiçek açmıştı. Kapının önünde bir an durup etrafa baktılar. Yıllar önce terk ettikleri bu topraklar, onları hâlâ kabul ediyordu.
Önce bol suyla sabunlayarak, ot süpürgesiyle sürte sürte tahtaları, darabaları bir güzel yıkadılar. Adam “Darabaya su tut” deyince karısı “kepenk, kepenk onlar” diye seslendiğinde ikisi de güldü bu diyaloğa. Sonra yanlarında getirdikleri eşyaları; kap kacağı yerleştirdiler. Çayı, çorbayı ve ekmeği eski günlerdeki gibi pişirebilmek için ocak başını da bir güzel temizlediler. İleriki günlerde bir de soba alıp kurmayı planladılar. Hemen ocağın yan tarafındaki sedire getirdikleri döşeği serdiler, yorgan ve yastıkları odanın bir kenarına yığdılar.
O geceyi köydeki evlerinde geçirdiler. Ocakta yanan odunun çıtırtısı, uzaktan gelen köpek havlamaları ve arada öten baykuşun sesi, onlar için yıllardır özledikleri bir türkü gibiydi.
Şehirde yıllarca çalan alarm saatlerinin keskin zili yerine bu kez doğal bir çağrı uyandırdı onları; horozlar sabahı müjdeliyordu. Kadın perdeleri araladığında pencerenin ötesindeki manzara içine derin bir huzur doldurdu. Bahçedeki otların üzerine düşen çiğ taneleri güneşin ışıkları ile parlıyordu, derenin üzerini sis kaplamıştı. Kuşlar pencerenin karşısındaki ağacın dallarında yerlerini almışlar; kâh pırlıyor, kâh kanatlarını vurarak uçup dallara geri konuyorlardı. Adeta onların gelişini kutlayan çok sesli bir koro gibiydiler. Arada nağmelerini esirgemeyen bülbülün sesi diğer kuş cıvıltılarından ayırt edilebiliyordu.
Adam, evin önündeki bahçeye adım atarken ayakkabılarını çıkardı, toprağın nemini, otların serinliğini çıplak ayakla hissetmek özlediği bir duyguydu. Eğilip avuçlarını su arkına daldırdı; soğuk su parmaklarından akarken, gençliğinde derede serinlemek için nasıl çimdiklerini hatırladı. Çimmek kelimesi akına gelince gülümsedi. İlkokulda öğretmeni “Çimmek değil yıkanmak, banyo yapmak diyeceğiz” demişti. Yabani otlar neredeyse tüm bahçeyi sarmıştı.
Kadın ise evin mutfağında telaşsız bir kahvaltı hazırlıyordu. Şehirde sürekli aceleyle yapılan kahvaltıların aksine, burada zaman genişlemişti. Yumurtayı tavaya kırarken bahçeden gelen kuş seslerine kulak verdi. Bir serçenin ötüşüne başka bir serçe karşılık veriyordu.
Kahvaltıyı bahçede yaptılar. Çayın buharı bardaktan ince kıvrımlar yaparak yükselirken ikisi de sessizce etrafı izledi. Bahçenin köşesindeki asma çardağına yeni filizler sarmıştı. Komşunun horozu tel örgünün arkasından onlara bakıyor, rüzgâr uzak tarlalardan buğday kokusunu sofralarına taşıyordu. Adam gülümseyerek, “İşte gerçek emeklilik bu,” dedi. Kadın başıyla onayladı, ama gözleri hâlâ erik ağacındaydı. “Baksana,” dedi, “Dallar bu sene meyveyle dolacak.
” Kadın, “Önce bu otları temizlemeliyiz, çeşitli sebzelerden fide ekebilmek için yer açmalıyız,” dedi.
Öğlene doğru akrabalar onları ziyarete geldiler. Kapıdan girenler “Hoş geldiniz,” derken gözlerinde hem sevinç hem merak vardı. Kucaklaştılar; çaylar içildi, eski günler yâd edildi ama aralarında belli belirsiz bir mesafe vardı sanki.
Vakit geceye yaklaşırken kadın verandaya oturdu. Gökyüzü şehirde hiç görmediği kadar yıldız doluydu. Adam yanına oturup, “Torunlarımız gelse de şu güzelliği görseler,” dedi.
Kadın gülümsedi: “Yakında gelirler, okullar tatil olsun da. Onlarla köyü yeniden keşfederiz.”
Köyde geçen ilk günler, göründüğü kadar sakin olmadı. Bahçedeki işler için kolları sıvadıklarında, adamın abisi kapıya dayandı. Elinde bastonu, yüzünde yılların yorgunluğu vardı ama bakışları hâlâ sertti.
“Bahçeyi fazla kurcalamayın. Yıllarca emek verdim buralara,” dedi. Bastonuyla küçük bir alanı işaret ederek ekledi: “İşte şuralarda bir şeyler yapın, oyalanın. Sakın sınırı aşmayın. Toprağa bakmak kolay değildir.” o an sanki her şey buz kesmişti. Oysa adamın gönlü buradan kopmamış yıllarca abisine harçlık, beraberinde hediyeler, kıyafetler göndermeyi hiç ihmal etmemiş; Ağabeyinden bir karşılık beklemediği gibi bu ata toprağından da bir şey istememiş, kimse de vermemişti zaten. Kadın, susmayı tercih etti. Adam ise yıllardır görmediği abisinin hâlini anlayışla karşılamak istedi ama sesi titreyerek, “Biz sadece eski evimizi onarmak, toprağı biraz canlandırmak istiyoruz. Sana zararımız yok,” dedi.
Abisi başını iki yana salladı, “Benim rızam olmadan bir şey ekmeyin, biçmeyin,” deyip bastonunu yere vura vura uzaklaştı. O günden sonra abisinin tavrı, komşuların meraklı sorularıyla birleşerek üzerlerinde bir baskı oluşturmaya başladı. Köy, güzellikler kadar kavga, çekişmelerle de doluydu.
Ama toprak sabırlıydı, kadın yine de yılmadı, günlerce bahçeyle uğraştı; yabani otları temizledi, fideleri dikti, suladı. Günler geçtikçe erik ağacı meyveye durdu, asmadan yapraklar sarktı, bostanlardan taze kokular yükseldi. Adam sabahları bahçeye çıkıp toprağı çapalarken, yıllardır içinde biriken hasret çözülüyordu.
Okullar kapanınca torunlar geldi. Çocukların neşesi, bahçeye bir bayram havası getirdi. Erik ağacına tırmandılar, derenin kenarında suya taş attılar, sabah horozların ötüşü ile uyandılar. Ev, uzun zamandır duyulmamış neşeli seslerle doldu. Kadın, “İşte hayatın asıl tadı bu,” dedi, torunların etrafında pervane olurken.
Bir sabah, adamın abisi rahatsızlanmış, apar topar şehre, hastaneye götürüldüğü haberi geldi. Sert bakışlı yüzü, hastalanıp yatağa düşünce kırılgan bir hal almıştı. Tedavisi sürerken adam, bir gün abisinin başında sabahladı. Aralarındaki eski kırgınlıklar, hastane odasının sessizliğinde yavaş yavaş eriyordu sanki fakat hayat, bazen ikinci bir fırsat tanımayabiliyordu. Bir akşamüstü telefon çaldı; ses, kısa ve ağırdı: “Başınız sağ olsun…
” Adam, haberi duyunca bir süre ne söyleyeceğini bilemedi. Kadın yanına oturdu, elini tuttu. Bahçede oynayan torunların sesi, ölümün matemine karışıyordu.
Toprak kavgasıyla başlayan tartışmalar, tatsız konuşmalar, soğuk ilişkiler, suskunluklar bir ağaç gölgesindeki mezarda son bulacaktı. Cenaze köye getirildi, sela verildi, kazanlar kuruldu; usulü adaba göre son hizmetler ifa edildi. Büyük oğlu dışında diğer çocukları bu süreçte hazırdı. Onun da define yetişeceği tahmin ediliyordu.
Adam, abisinin mezarının toprağını kendi elleriyle kazdı. Yer düz ve boş görünüyordu ama kazma sert bir şeylere çarpmaya başladı. Toprak kazıldıkça kemik parçaları çıkıyordu. Yıllar önce oraya gömülmüş ama mezarı unutulmuş birine ait olmalıydı. Neredeyse kafatası dâhil bütün kemikler sağlamdı ve sonra, ağabeyinin yanı başına tekrar koyulacaktı. Çukurdan üç beş metre öteye bırakılan kemiklere serçeler sürü halinde üşüştüler; kim bilir ne aradılar o kemiklerde…
Cenaze namazı kılınmış tam mezarlığa hareket edilecekken merhumun büyük oğlu geldi ve “Babamı şehre götürüp oraya defnedeceğiz. Her şeyi ayarladım,” dedi. Köylüler şaşkına döndü, küçük kardeşleri ve akrabaları karşı çıktı ama onun ısrarına kimse engel olamadı. Cenaze birkaç araçlık konvoyla köyden ayrıldı.
Haber köy mezarlığında defin için bekleyen adama ulaştığında, elinde kazma ile olduğu yerde donakaldı. İçinden yalnızca şu cümle geçti: “Toprak her şeyi saklar. Zamanı gelince de sakladığı şeyleri sahiplerine ulaştırır. Toprağın altında saklanan kemiklerde şu serçelerin de nasibi varmış. ”
Kemik kalıntıları ise tekrar toparlanıp bir çarşafa sarıldıktan sonra ait oldukları toprağa geri gömüldü.