Bu hafta sonu bizim evde yine bir telaş vardı. Eşimin yüzündeki o tanıdık ciddiyet, mutfakta ağır ağır yükselen buhar ve tüm evi saran karanfil, tarçın, buğday kokusu...
Anlayan anlamıştır: Aşure günü gelmişti.
Evin en büyük tenceresi neredeyse ağzına kadar doluydu. İçinde ne ararsanız vardı:
Kuru bakliyat, kuru meyveler, yemişler, şeker…
Ama o tencere yalnızca bir tatlının değil, binlerce yıllık bir geleneğin de kaynadığı bir kazandı.
Aşure’nin adını bilen çok, ama tarihini ve ruhunu bilen az.
Oysa bu tatlı sadece bir mutfak ürünü değil; inançların, umutların, yaşanmışlıkların ve insanlığın ortak mirasının bir sembolüdür.
Öyleyse gelin, bu tencerenin derinliklerine birlikte bir kaşık daldıralım...
Aşure’nin Kökleri ve Muharrem Ayı
İslâm dünyasında aşure denince ilk akla gelen tarih, Muharrem ayının 10. günüdür: Yani "Aşura Günü".
Bu gün, Şiî inancına göre Kerbelâ’da Hz. Hüseyin’in şehit edildiği gündür ve bir yas zamanıdır. Sünnî gelenekte ise Hz. Musa’nın (A.S.) kavmini Firavun’un zulmünden kurtardığı gün olarak kutsanır.
Bazı kaynaklara göre, Hz. Nuh’un (A.S.) tufandan sonra karaya çıktığı,
Hz. Âdem’in (A.S.) tövbesinin kabul edildiği,
Hz. İbrahim’in (A.S.) ateşten kurtulduğu,
Hz. Yusuf’un (A.S.) kuyudan çıktığı gün de yine aşura günü olarak kabul edilir.
Bu çok katmanlı anlam dünyası, aşurenin neden bu kadar çeşitli malzemeyle hazırlandığını da açıklar.
Her bir malzeme, bir peygamberin yaşadığı sıkıntının ardından gelen kurtuluşu simgeler gibidir.
Rivayete göre, Hz. Nuh’un (A.S.) gemisinde kalan son erzaklar karıştırılarak bu tatlı yapılmış, tufanın sona erişi böyle kutlanmıştır.
İşte bu yüzden aşure, bereketin ve yeniden doğuşun sembolüdür.
Aşurenin Çok Katmanlı Mirası
Aşure yalnızca İslâmî bir gelenek değil; Mezopotamya ve Anadolu inanç sistemleriyle de bağı olan bir mirastır.
Çok tanrılı dönemlerde, hasat sonrası yapılan ortak kazan yemekleri tanrılara teşekkür ve toplumsal birliği pekiştirme amacı taşırdı.
Tüm köy halkının imece usulüyle malzeme getirdiği bu ritüeller, zamanla dini formlara bürünmüş;
bugün hâlâ Anadolu’da aşure, bir tatlıdan öte, komşuluk ve paylaşma kültürünün simgesi hâline gelmiştir.
Tencere kaynadıktan sonra sadece ev halkına değil; mahalleye, akrabalara, misafirlere, hatta yoldan geçenlere bile sunulur.
Çünkü aşurede “ben” yoktur, “biz” vardır.
Belki de bu yüzden hiçbir aşure tek kişilik yapılmaz.
En küçük tencere bile onlarca kişiye yetecek kadardır.
Tenceredeki Her Malzeme Bir Anlam Taşır
Aşurede kullanılan malzemeler rastgele seçilmez. Her biri bir anlam taşır:
Buğday, sabır ve bereketin;
Kuru fasulye ve nohut, emeğin ve geçimin;
Kuru üzüm ve kayısı, tatlı hatıraların;
Ceviz ve fındık, akıl ve bilgeliğin;
Nar, yaşamın kırılgan ama değerli doğasının;
Tarçın ve karanfil gibi baharatlarsa, hem bedenin hem ruhun ısınmasının sembolüdür.
Ve elbette, bu tencereye biraz da gözyaşı karışır.
Aşureyi karıştıran kaşıklar yalnızca malzemeyi değil, hatıraları da harmanlar.
Çünkü herkesin aşuresinde biraz annesi, biraz komşusu, biraz da çocukluğu vardır.
Unuttuğumuz Tatlar mı, Hatırladığımız Değerler mi?
Bugün market raflarında hazır aşureler bulmak mümkün.
Fakat hiçbir paket, kazan başında harlanan o kolektif ruhu taşımaz.
Çünkü aşure tenceresi sadece mutfakta değil, kalpte kaynar.
Onu özel kılan malzemenin bolluğu değil, niyetin berraklığıdır.
Aşureyi kimlerle paylaştığımız, onu nasıl sunduğumuz, hangi sözlerle ikram ettiğimizdir esas olan.
Bazı gelenekler vardır ki, modernleşme onları yok edemez.
Aksine, zamanın tozuyla daha da parlarlar.
Aşure, tam da böyle bir gelenektir.
Her yıl tenceresi kaynar, ama aslında binlerce yıllık bir hikâye yeniden anlatılır.
Sessizce, kaşık kaşık...
Sanırım evlerdeki o tatlı telaş geçti... Tencereler soğudu, kapaklar kapandı. Kase kase dağıtım tamamlandı.
Ama günün kokusu hâlâ evin içinde dolaşıyor...
O tat artık damakta değil; zihinde, kalpte...
Çünkü aşure yalnızca mideyi değil, ruhu da doyurur.
Şimdi kendimize soralım:
Bu yıl aşuremize hangi duygumuzu, hangi umudumuzu kattık?
Ve belki de daha önemlisi: Kimlerle paylaştık?