Bir ülkenin medeniyet seviyesi, gökyüzünü delen binalarına, pırıl pırıl yollarına veya teknolojik gelişmişliğine bakılarak ölçülemez. Asıl medeniyet, o binalarda yaşayan insanların birbirine gösterdiği saygıda, günlük hayatın inceliklerinde ve en basitinden, "sesini ayarlama" becerisinde kendini ele verir.
Avrupa'nın gelişmiş şehirlerine seyahat edenlerin ortak bir gözlemi vardır: Trafik ne kadar yoğun olursa olsun, kulak tırmalayan bir korna sesi duymak neredeyse imkansızdır. Duyulan iki siren sesi, toplumun ortak refahı için çalışır; biri ambulansın, diğeri itfaiyenin. Bu sesler bir zorunluluktur. Onun dışında, ne bir öfke patlamasının sembolü olan korna, ne de bencilliğin ilanı gibi yükselen araç müziği... Çevredekilerin beynini zonklatan motosikletler ise son derece enderdir.
Peki ya bizim şehirlerimiz? Bizde durum, bir senfoniden çok bir kakofoniye dönüşür. Davul-zurna havasında çalınan kornalar, camları sonuna kadar açılıp bası tavana vurmuş müzikler, modifiye edilmiş egzozların yarattığı cazır cazır bir gürültü patlaması...
Bu yalnızca fiziksel bir rahatsızlık değil, aynı zamanda derin bir toplumsal saygısızlığın göstergesidir. Başkalarının huzur ve sessizlik hakkını hiçe saymaktır.
Asıl düşündürücü olan, o şehirlerdeki dinginliğin neredeyse hiç polis görmeden sağlanmasıdır. Kurallar, insanların vicdanına ve kökleşmiş görgü normlarına emanet edilmiştir. Bizdeyse, hemen her il veya ilçe girişinde bir kontrol noktası görmek rutindir.
Bu tablo, şu soruyu sormamızı zorunlu kılıyor: Neden onlar bir denetim gücü olmadan kurallara uyarken, bizde her şey yaptırım korkusuyla düzenleniyor?
Belki de bu durumu sadece "gürültü kirliliği" diye ele almak hafif kalır. Bu, kökleri çok daha derinde olan bir medeniyet, görgü ve nezaket eksikliğinin yansımasıdır.
Modern binalar dikiyor, teknolojik araçlar kullanıyoruz; ancak görgü ve nezaket normlarından bihaber, modern dünyanın sadece dış kabuğunda yaşayan bireylere dönüşüyoruz.
Elbette ki ülkemizin coğrafi güzelliği tartışılmaz. Dünyanın nadide bir köşesidir Türkiye.
İşte tam da bu noktada yüreğimiz burkulur: Sorun coğrafyada değil, o coğrafyayı paylaşanlardadır.
Bu gürültü kirliliği ve başıboşluk hali, "Avrupa bizi neden birliğine alsın?" sorusunu da beraberinde getiriyor.
Birliğe dahil olmak, sadece ekonomik kriterleri karşılamak değil, aynı zamanda ortak bir yaşam kültürünü, hukuka saygıyı ve toplumsal görgü standartlarını benimsemektir. Başkasının hakkına ve huzuruna saygı, bu standartların temel taşıdır.
Bu nedenle, korna ve yüksek sesle müzik konusuna bir standart getirilmesi, kuralların netleştirilmesi ve caydırıcı yaptırımlar uygulanması artık bir zorunluluktur. Bu bir lüks değil, toplumsal sağlık ve huzurun olmazsa olmazıdır.
Yasa koyucuların bu meselenin sadece bir trafik ihlali değil, bir halk sağlığı ve nezaket sorunu olduğunu kavraması şarttır. Cezalar caydırıcı, eğitimler ise bu toplumsal bilinci inşa edici olmalıdır.
Kendimize sormalıyız: Ülkemizin güzel insanlarına, bu gürültü ve keşmekeş içinde yaşamayı reva görüyor muyuz? Biraz olsun medeniyet, biraz olsun saygı ve huzur, en temel hakkımız değil midir?
Unutmayalım! Gürültüden arınmış bir şehir, sadece sessiz bir şehir değil; aynı zamanda birbirine saygı duyan, daha huzurlu ve gerçekten medenî bir toplumun en güçlü göstergesidir.