Eylül… Güz mevsiminin başlangıcı, bir vedanın ilk fısıltısı, yaprakların sararmaya yüz tuttuğu o ince çizgi.
Türk sineması ve dizileri, bu melankolik mevsimi yalnızca bir dekor olarak kullanmadı; onu bir karakter, bir ruh hâli, bazen bir çığlık, bazen de bir teselli olarak içselleştirdi.
Bugün, perdenin ve ekranın üzerine bir sonbahar yaprağı gibi usulca düşen Eylül’ün hikâyesini anlatacağız.
Siyah-Beyazın Hüznü ve İlk Eylül Esintileri
Yeşilçam’ın siyah-beyaz günlerinde sonbahar, daha çok bir kaderdi. Yaprakların dökülüşü, yağmurun camlara inci taneleri gibi düşüşü, hep bir ayrılığın, bir kaybın, içli bir aşkın habercisiydi.
Film sahnelerindeki o gözyaşları, dışarıda yağan sonbahar yağmurundan bağımsız değildi.
Anlayacağınız Eylül, umutla umutsuzluk arasındaki o ince çizgiydi.
Senaryolar, bu mevsimin hüznünü âdeta bir şair edasıyla kucaklardı.
Bir mektubun sonbahar rüzgârıyla uçuşu, bir tren istasyonunda veda eden iki sevgilinin üzerine düşen son ılık güneş ışığı… Bunlar, sinemanın dününün unutulmaz imgeleriydi.
O dönemde sonbahar, toplumsal bir melankolinin de yansımasıydı; göç, kent yalnızlığı ve değişen değerler, perdede sararmış yapraklar eşliğinde hayat bulurdu.
Renklerin İçindeki Gri Tonlar ve Modern Melankoli
Zaman değişti, teknoloji ilerledi, ekranlar renklendi. Fakat Eylül’ün hüznü, Türk dizilerinin ve bağımsız sinemanın DNA’sındaki yerini korudu. Ancak artık daha farklı, daha derinlikli ve daha bireysel bir temsille karşı karşıyayız.
Diziler, özellikle de romantik-dram türündekiler, İstanbul’u bir sonbahar masalının başkenti haline getirdi.
Boğaz’ın üzerine düşen pus, Emirgan Korusu’ndaki kızıla boyanmış ağaçlar, Bebek’te rüzgârda uçuşan atkılar… Bunlar artık sıradan dekorlar değil, hikâyenin ana damarlarından biridir.
Bir “Sen Anlat Karadeniz”de Karadeniz’in hırçın dalgaları nasıl bir aşkın heyecanını temsil ediyorsa, bir “Arka Sokaklar”da İstanbul'un kasvetli ve rüzgârlı sokakları da bir cinayetin arkasındaki karanlığı anlatır.
Sonbahar, artık sadece aşk acısı değil; varoluşsal sancıların, orta yaş bunalımlarının, geçmişin hayaletleriyle hesaplaşmanın da mevsimidir.
Nuri Bilge Ceylan sinemasında ise sonbahar, âdeta bir başrol oyuncusudur. “Kış Uykusu”ndaki Kapadokya’nın soluk renkleri, kahramanların içindeki donukluğu, iletişimsizliği ve hayata dair tükenmişliği nasıl da mükemmel tamamlar.
Bugünün Türk sineması, Eylül’ü bir klişeden çıkarıp, onu insan ruhunun karmaşık labirentlerinde dolaştıran bir rehbere dönüştürmüştür.
Dijital Sonbahar ve Yeni Anlatılar
Peki, gelecek ne getirecek? Dijital dünyanın hızla evrildiği, yapay zekânın sanatın sınırlarını zorladığı bir çağda, Eylül’ün hüznü nasıl temsil edilecek?
İnanıyorum ki, insana dair bu kadar temel bir duygu, her daim var olacak.
Belki geleceğin dijital platform filmlerinde, bir karakterin metaverse evrenindeki avatarı, sanal bir sonbahar ormanında yaprakların arasında yürüyerek kendi gerçekliklerinden kaçacak.
Belki de iklim krizinin yarattığı “ebedî yaz”ın korkusu, sonbaharın o serin esintisini, nostaljik ve değerli bir anıya dönüştürecek.
Ancak değişmeyecek olan bir şey var: Türk insanının, bu toprakların kültürünün içine işlemiş olan o “hüzün” ve “melankoli” kavramları.
Bu, bir çöküş değil, derin bir duyarlılık, hayatı olduğu gibi kabul ediş ve onunla yüzleşme cesaretidir.
Yarının sinemacıları ve dizi yapımcıları, bu ruh halini yeni tekniklerle, yeni anlatılarla, belki de bambaşka türlerle harmanlayacak.
Sonbahar, belki de bir gezegenden kaçışın, bir distopyanın arka planı olacak.
Ama o sarı yaprağın düşüşündeki şiirsellik, o serin rüzgârdaki uyanış çığlığı, insan kalbinin attığı her yerde, sanatın da değişmez bir parçası olarak kalacak.
Sonuç olarak Eylül, geçişlerin mevsimidir. Sıcaktan soğuğa, yeşilden sarıya, belki de hayattan ölüme…
Türk sineması da bu geçişi, bu hüznü ve içindeki o derin güzelliği her daim yakalamış, bize kendi hikâyelerimizi, kendi duygularımızı bir ayna gibi göstermiştir.
Seyircisi olarak bizler, perdede gördüğümüz o sonbahar manzarasında kendi iç dünyamızın yansımasını bulur, biraz hüzünlenir, belki gözümüzden bir damla yaş düşer, ama sonra o yaşla birlikte içimizdeki yükün de hafiflediğini hissederiz.
İşte sanatın ve mevsimlerin en büyük mucizesi de budur zaten: Bizi kendimizle, en derinde, en insanî hâlimizle buluşturmak.
Ve Eylül, bu buluşmanın en güzel, en şiirsel mevsimi olarak, Türk sinemasının ve dizilerinin ruhunda hep yaşamaya devam edecek.