‘’Ben, Gazze'nin kuzeyinden küçük bir çocuğum. Adım Şam Enes El Şerif. Dört yaşındayım.

Bu savaşın tamamını yaşadım. İşgalciler bizi bombaladı, evleri talan etti. Netenyahu savaşı bitirmek istemiyor. Cebaliye'deki evimize dönmeyi çok istiyorum. İşgalciler evimizi bombalayarak dedemi öldürdü. Dünyadaki çocuklar gibi yaşamak istiyorum. Fakat işgalciler sürekli bizi bombalıyor. Savaşın bitmesini istiyoruz çünkü çok yorulduk. Yiyecek istiyoruz, tavuk istiyoruz. Su istiyoruz. Her şeyi istiyoruz. Babam için çok korkuyorum. Çünkü bombalar var. Savaş dursun istiyoruz. Dünyaya sesleniyoruz. Savaşı durdurun!’’

Gazze’nin kuzeyinde, bombaların göğe değil, çocukluğa düştüğü topraklarda dört yaşında bir çocuk yaşıyor, Şam Enes El Şerif…

Henüz harfleri tam telaffuz edemeyen bir dilin, ama yüreği yüzyıllık acılarla dolu bir suskunluğun sahibidir o. Onun yaşında bir çocuk, dünyayı oyun alanı zannederken; o, hayatı bir enkazın altından öğreniyor. Bir çocuğun sessizliğinde yankılanan haykırışı anlamaya, savaşın bir çocuk bilincindeki izdüşümünü çözümlemeye çalışıyorum…

Şam Enes yavrumuzun çocukluğu, kelimelere sığmayacak kadar harabedir. Onun hafızasında saklambaç yoktur; saklanmak, artık hayatta kalmanın tek biçimidir. Oyuncaklarının yerini, bomba sesleri almıştır. Geceleri yıldızları değil, füze izlerini sayar. Annesinin ninnilerini değil, siren seslerini ezberlemiştir. Çocuk zihninde savaş, yalnızca bir kavram değil; her an tekrar eden bir gerçekliktir. Zira evleri bombalanmış, dedesi paramparça olmuş, baba figürü ise her gün ölümün eşiğinde salınmaktadır. Bu hâl, çocuğun en temel güvenlik duygusunu sarsmakta, ona dünyanın adil ve korunaklı bir yer olmadığını fısıldamaktadır.

Psikolojik açıdan baktığımızda, Şam Enes’in yaşadıkları travma sonrası stres bozukluğu göstergelerinin tümünü potansiyel olarak taşıyor. Sürekli tetikte olma, geleceğe dair güven eksikliği, kaygı, güvensizlik ve erken yaşta büyümek zorunda bırakılmak…

Ancak onun dramı, yalnızca klinik tanımlarla sınırlı değildir. O, aynı zamanda insanlık vicdanının aynasıdır. Bu aynaya bakan herkes, orada yalnızca bir çocuğun acısını değil, bir uygarlığın suskunluğunu da görmelidir.

Şam Enes, “masum çocuk” figürünün savaşla kirletilmiş hâlidir. O, neşenin ve hayalin temsilcisi olması gerekirken, ölümün ve yoksunluğun yaşayan tanığına dönüşmüştür. Onun “tavuk istiyoruz, su istiyoruz, her şeyi istiyoruz” cümlesi, basit bir gıda talebi olmanın ötesindedir. Bu ifade, insanca yaşamanın asgari sınırına yapılan dokunaklı bir çağrıdır. Şam Enes, bu sözleriyle yalnızca açlığı değil, çaresizliği ve görülmeme hissini de dillendirmektedir.

Toplumsal bağlamda ise bu çocuğun sesi, tüm insanlık ailesine yöneltilmiş etik bir sorudur: “Bir çocuk daha ne kadar acıya katlanmak zorunda kalmalıdır ki, dünya uyanmayı tercih etsin?” Onun gözlerinden dökülen yaşlar, yalnızca bireysel bir dramın izleri değil, kolektif bir ahlaki sorumluluğun da işaretidir. Bu çocuk, savaşın ortasında doğmakla bir suça bulaşmamış, ancak savaşın en ağır bedelini ödeyenlerden biri olmuştur.

Savaş, Şam Enes’in dilinde bir kavram değil, bir kâbustur. Bir çocuğun oyun diliyle söylediği “Savaşı durdurun” cümlesi, Birleşmiş Milletler raporlarından daha etkilidir aslında. Çünkü bu söz, istatistiklerin ötesinde, vicdanlara doğrudan temas eder. Bombaların hedef aldığı yalnızca binalar değil; umut, hayal, neşe ve çocukluğun ta kendisidir.

Sonuç olarak, Şam Enes’in yaşadıkları bize savaşın ne olduğunu anlatmaz; savaşın ne olmaması gerektiğini öğretir. Onun yorgun gözlerinde, bir çağın vicdanî kaybı saklıdır. Eğer bu sesi duymayı sürdürürsek, belki bir gün savaşın dilini değil, çocukların oyun dilini konuşur dünya. Belki bir gün, Enes gerçekten “tavuk” isteyebileceği, “oyun” oynayabileceği, “baba”sına doya doya sarılabileceği bir güne uyanır.

Ama o güne kadar, bu çocuğun adı vicdanımıza kazınmalıdır: Şam Enes El Şerif dört yaşında, Gazze’nin kuzeyinden, bir çocuğun kalbinde büyüyen savaşın adı…

NEHİRDEN DENİZE ÖZGÜR FİLİSTİN!