Her yıl yüz binlerce gencimiz üniversite kapısından içeri giriyor. Kimisi dört yıllık bir bölümü bitiriyor, kimisi iki yıllık bir önlisansla mezun oluyor. Üstüne tezli–tezsiz yüksek lisans yapanlar, hatta açık öğretimde aynı anda iki bölüm okuyanlar da var.

Diplomamız bol, eğitimli nüfusumuz çok; peki ya iş hayatı?

Sorun tam da burada başlıyor.

Eğitim var ama donanım eksik.

Gençlerimizin çoğu okul sıralarında geçirdikleri yıllarla övünüyor; fakat iş becerisine delil olacak pratik deneyim konusunda büyük bir boşluk var.

Üniversitelerde verilen teorik bilgi “hallice”. Bir temeli var, evet; ama yetenek, uzmanlık, odaklanma ve iş disiplini gerektiğinde bir anda frene basılıyor.

Mezun oluyoruz ama mesleğe hazır değiliz.

Öğreniyoruz ama uygulama yok.

Diploma var, tecrübe yok.

Beklenti çok, sabır az.

Peki, iş beğenmeyen bir kuşak mı yetişiyor?

İş ilanlarına bakmadan önce beklenti listesi hazırlanıyor âdeta:

- İş, masa başı olsun.
- Mesai, 09.00–17.00 arası olsun.
- Hafta sonu kesinlikle tatil olsun.
- Bayramlarda mutlaka izin olsun.
- İş yükü az, maaş yüksek olsun.
- Sorumluluk az olsun ama unvan “iyi” olsun.
- Hatta mümkünse kariyer de hızlı yükselsin.

Ve hepsinin üzerine altın mühür: “Kamuda, yani devlet dairesinde olsun.”

Söylemeye dilim varmıyor ama görülen ve hissedilen şu:

Gençlerin büyük bir kısmı, işe başlamadan önce bile işten soğumuş gibi; çünkü ideal iş modeli beklentisi, ülke gerçeklerinin çok üzerinde.

Alın teri olmadığı sürece başarı da gelmiyor.

Bugün bir mesleği iyi yapmak, o işe sahip çıkmayı gerektirir.

Sorun şu ki:

- İşin hakkını vermek konusunda isteksizlik var.
- Emek harcamak, çaba göstermek yorucu geliyor.
- İş yeri, kendi işi gibi sahiplenilmiyor.
- Uzmanlaşma için fazladan çaba koymak bir külfet gibi görülüyor.

Bu yaklaşım sadece bireyin değil, ülkenin de geleceğini zayıflatıyor. Çünkü kalkınma, üretim ve verimlilik ancak çalışanların gayretiyle olur.

İş beğenmeyen, işe odaklanmayan bir toplumun rekabet gücü olamaz.

Peki gençleri suçlamak kolay da… Neden böyle oldu?

Bu tablonun arkasında birçok neden var:

- Eğitim sistemi iş hayatına hazırlamıyor.
- Üniversite sayısı arttı ama kalite aynı hızda artmadı.
- Aileler masa başı işlerin daha “saygın” olduğu algısını yıllarca işledi.
- Sosyal medya, kolay para kazanma imajını abartarak servis etti.
- İş dünyasında bazı kötü örnekler gençleri caydırdı.

Yani mesele tek taraflı değil; ama çözüm de şikâyet ederek gelmeyecek.

İş dünyasında başarı isteyen gençlere şu acı gerçeği hatırlatmak gerekiyor: Bugün dünya değişti. Artık yalnızca diploma yetmiyor.

Çalışkanlık, merak, disiplin, sorumluluk, pratik beceri ve uzmanlık şart.

Her genç kendine şu soruyu sormalı: “Ben bu işe ne katacağım?”

Bu soru sorulmadıkça ne işten tatmin gelir ne de maaştan.

Sonuç olarak, gerçek hayat konfor alanında başlamıyor.

Hepimiz daha iyi koşullarda çalışmak isteriz. Hafta sonu tatili, yüksek gelir, düzenli ortam…

Bunları kim istemez ki? Ama unutulan bir gerçek var:

Bu ayrıcalıklar, önce çalışarak, üreterek, değer katarak kazanılır.

Gençliğin dinamizmi, enerjisi, yenilikçiliği değerlidir; ama sadece potansiyel olarak kalırsa bir anlamı yoktur. Potansiyeli başarıya dönüştüren şey ise alın teridir.

Kısacası…

Hayat, “beğenmediğimiz” işlerle değil; emek verdiğimiz işlerle güzelleşiyor.

Hem bireyin geleceği hem toplumun yarını, gençlerin çalışmayı, üretmeyi ve sorumluluk almayı yeniden değerli görmesiyle şekillenecek.

Doğru olan budur; zor olan ama gerçek olan.