Dünya tarih boyunca farklı kaynaklar için büyük mücadelelere sahne oldu. 19. yüzyıl kömürün, 20. yüzyıl ise petrol ve doğal gazın gölgesinde geçti. Şimdi ise 21. yüzyılın yeni güç kaynağı ortaya çıktı: “nadir elementler.” Bu dönüşüm sadece ekonomiyi değil, küresel güvenlik dengelerini de kökten değiştiriyor.

Bu elementler, isimleri çok bilinmese de hayatımızın tam merkezinde yer alıyor. Lityum, kobalt, nikel ve nadir toprak elementleri… Akıllı telefonlarımızdan elektrikli araçlara, savunma sanayinden yapay zekâ donanımlarına kadar her alanda karşımıza çıkıyorlar. Bir savaş uçağının elektronik sistemleri, bir insansız hava aracının bataryası, gelişmiş radarlar ve iletişim altyapıları bu madenler olmadan çalışamaz. Yani mesele artık sadece enerji değil; geleceğin teknolojisini kimin üreteceği, kimin kontrol edeceği meselesidir.

Uluslararası ilişkiler teorileri de bu tabloyu anlamamıza yardımcı oluyor. Realizm, devletlerin sürekli güç arayışında olduklarını söyler. Bu açıdan nadir elementler, sert gücün en önemli dayanaklarından biri hâline geldi. Bağımlılık kuramı ise merkez–çevre ilişkilerini hatırlatır. Eğer bir ülke bu kaynakları sadece hammadde olarak satıyor, işleyemiyor ve teknolojiye dönüştüremiyorsa, küresel ekonomide “çevre ülke” olmaktan kurtulamaz. Jeoekonomi ise günümüzün yeni dili: artık savaşlar sadece cephelerde değil; ticaret rotalarında, tedarik zincirlerinde ve stratejik madenlerde veriliyor.

Bugün Afrika’daki iç savaşların, Latin Amerika’daki siyasi krizlerin, Asya’daki büyük güç gerilimlerinin perde arkasında çoğu zaman bu kaynakların paylaşımı yatıyor. Çin’in dünya nadir toprak elementlerinin yüzde 60’tan fazlasını üretmesi, Batı ile Pekin arasında yeni bir soğuk savaşın kapısını aralıyor. ABD, Avrupa ve Japonya’nın artık “enerji güvenliği” kadar “nadir element güvenliği”ni de stratejik öncelik hâline getirmesi tesadüf değil. Kaynak milliyetçiliği kavramı bu bağlamda daha da öne çıkıyor.

Türkiye ise bu büyük oyunda sıradan bir ülke değil. Enerji koridorlarının kesişiminde olduğu gibi, nadir element rezervleri açısından da kritik bir konumda. Eskişehir-Beylikova’da keşfedilen rezerv, dünyanın en büyük ikinci nadir toprak elementi kaynağı. Bor madenlerinde olduğu gibi, bu zenginlik Türkiye’nin elini güçlendirecek stratejik bir koz. Ama bir şartla: bu kaynağı yalnızca ham madde olarak satmak değil, işleyip teknolojiye dönüştürmek. Eğer bunu başaramazsak, merkez–çevre ilişkisinde yine çevre olmaktan öteye geçemeyiz.

Bugünün asıl meselesi tam da burada düğümleniyor: Türkiye, elindeki bu stratejik kaynağı işleyerek kendi teknolojisini ve sanayisini mi güçlendirecek, yoksa başkalarının sanayisini besleyen bir tedarikçi mi olacak? Tarih bize gösteriyor ki kaynak sahibi olmak tek başına yeterli değildir. Asıl güç, o kaynağı işleyip teknolojiye dönüştürmekten geçer.
21. yüzyılda savaşların görünmeyen cephesi işte bu elementlerdir. Türkiye’nin kaderi, yalnızca coğrafi konumuyla değil, yer altındaki bu stratejik rezervleri nasıl değerlendireceğiyle de belirlenecek. Eğer doğru politikalar, güçlü yatırımlar ve bilimsel atılımlar yapılırsa Türkiye, nadir elementler üzerinden yeni bir güç alanı inşa edebilir. Aksi takdirde, başkalarının teknolojisine hizmet eden bir hammadde sağlayıcısı olmaktan öteye gidemeyiz.

Bu yüzden nadir elementler, Türkiye için sadece bir ekonomik fırsat değil; aynı zamanda bağımsızlığımızın, güvenliğimizin ve gelecek yüzyılımızın kaderidir.

Durmuş ÇELİKTEN
Eğitimci - Yazar