Modern Yaşamda Bireyin Sorumluluk ve Ahlak Krizi

“Gazze benim meselem değil” ifadesi, günümüz dünyasında bireyin küresel meselelere yönelik tutumunu ve etik sorumluluk anlayışını sorgulamamıza neden olan önemli bir söylemdir. Bu söylem, yalnızca belirli bir coğrafyada yaşanan trajediye kayıtsızlığı değil; aynı zamanda neoliberal bireycilik, duyarsızlaştırıcı medya ortamı ve küresel adalet anlayışındaki kırılmaları da yansıtmaktadır.

Modern birey, özellikle dijital çağda, sınırsız bilgiye erişim imkanına sahiptir. Buna rağmen, insanlık tarihinin en acı olaylarından biri olan Gazze’deki sivil katliamlar karşısında "bu benim meselem değil" diyebilmesi, yalnızca bilgi eksikliğiyle değil; daha çok empati yoksunluğu ve etik sorumluluktan kaçışla açıklayabiliriz. Kötülüğün sıradanlığı kavramı çerçevesinde derk ettiğimizde; bireyin, kötülüğe doğrudan katılmasa dahi ona karşı sessiz kalması ciddi bir tehlike arz etmektedir. Bu durumda sorumluluğun pasif biçimiyle yüzleşmemiz gerektiğini ortaya koyar. Bir şeye karşı tepki göstermeyen, etkinliği olmayan insanın problemi vardır. Zira insan fıtratı tepkisi yaratılmamıştır.

Ahlaki sorumluluk, yalnızca doğrudan temas içinde olunan bireylere karşı değil, insanlık onurunun ayaklar altına alındığı her durumda kendini gösterir. Emmanuel Levinas’ın “öteki” kavramı bağlamında, Gazze’deki bir çocuğun acısı, İstanbul’da, Paris’te veya Tokyo’da yaşayan bir bireyin vicdanını ilgilendirmek zorundadır. Dünyanın dört bir yanındaki her birey buna tepki vermesi gerekmektedir. Çünkü ötekinin yüzü, etik bir çağrıdır; inkâr edilemez, ertelenemez bir sorumluluktur.

Öte yandan, “mesele” kavramı, yalnızca siyasi bir pozisyon alma yükümlülüğü olarak değil, insan olmanın doğrudan bir sonucu olarak düşünülmelidir. Zira mesele edinmek, yalnızca politik bir tercihten ibaret değildir; bu, ahlaki bir bilinçlenmenin sonucudur. Dolayısıyla Gazze’de yaşanan insan hakları ihlalleri karşısında kayıtsız kalmak, bireyin insanlıkla bağını zayıflatan bir etik çöküştür. Ayrıca ’Gazze Benim Meselem Değil’ söylemi, yerel-evrensel sorumluluk ayrımını da bulanıklaştırır. Bir meselenin "bizimle doğrudan ilgili olmaması", onun önemsizliğini meşrulaştırmaz. İbn Haldun’un mukaddimesinde işaret ettiği üzere, toplumlar arasında görülen dayanışma (asabiyet), yalnızca kan bağıyla değil, ortak değerler ve insanî hassasiyetlerle de mümkündür. Gazze meselesi, insan olmanın evrensel değerleriyle doğrudan ilgilidir; dolayısıyla "benim meselem değil" ifadesi, aynı zamanda insanlığın müşterek vicdanına yabancılaşmanın bir göstergesidir.

Sonuç olarak, “Gazze benim meselem değil” diyen birey, yalnızca siyasi bir pozisyon almamış değil, aynı zamanda etik ve vicdani bir imtihanda sınıfta kalmıştır. Bu ifade, modern bireyin sorumluluk alanlarını daraltarak, küresel adalet arayışının önünde bir engel teşkil etmektedir. Gazze, bugün yalnızca bir coğrafya değil; insanlığın, adaletin ve merhametin sınandığı ortak bir vicdan alanıdır.

“Gazze benim meselem değil” şeklindeki bu çirkin ifade, yalnızca ahlaki bir kayıtsızlık değil; aynı zamanda dinî sorumluluk bilincinin ihlali anlamına gelmektedir. Zira İslam dini, müminleri bir bedenin azaları gibi görür. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Müminler birbirini sevmekte, birbirlerine merhamette ve şefkatte bir beden gibidir; ondan bir uzuv rahatsızlandığında, diğer uzuvlar da uykusuzluk ve ateşle ona iştirak eder.” (Buhârî, Edeb, 27) buyurarak, Müslümanlar arasındaki sorumluluk bağını açıkça ortaya koymuştur.

İslam’da Müslümanların kendi aralarındaki yardımlaşma ve dayanışma ise farz-ı kifâye hükmünde değerlendirilir. Bu bağlamda mazlumlara yardım etmek, zulmü engellemek ve mustazafların sesi olmak, sadece bir “tavsiye” değil; yapılmadığı takdirde ümmetin tamamının mesul olacağı bir sorumluluktur. Gazze’de yaşananlar, sadece bir siyasi çatışma değil, masum sivillere, özellikle çocuklara ve kadınlara yönelik sistematik bir zulüm ve soykırım mahiyetindedir. Bu durum karşısında “mesele edinmemek”, zulme rıza anlamına gelebilir ki bu da İslam’ın temel ilkeleriyle çelişir.

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:

“Size ne oluyor ki Allah yolunda ve ‘Ey Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan şu şehirden çıkar, bize katından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan mazlumlar uğruna savaşmıyorsunuz?” (Nisâ, 4/75).

Bu ayet, zulüm altındaki mazlumlara kayıtsız kalmanın dinî bir vebal olduğunu açıkça ortaya koyar. Gazze’deki Müslümanların maruz kaldığı zulüm, tam da bu ayetteki bağlamda değerlendirilmelidir. Mazlumun feryadına kulak tıkayan kişi, İslam fıkhında emr-i bil ma’rûf ve nehy-i anil münker (iyiliği emretmek ve kötülüğü engellemek) ilkesinden uzaklaşmış olur. Böylelikle imanın esas emirlerinden biri olan adalet ve merhametin ayağını kırarak inacını tehlikeye atar, istikametten kayar.

Bunun yanında, “Gazze benim meselem değil” sözü, ümmet bilincine de aykırıdır. İslam, coğrafi sınırlarla değil, inanç birliğiyle şekillenen bir topluluk tasavvur eder. Gazze, bir Arap meselesi değil; bir ümmet meselesidir. Müminler arasındaki bağ, ırk ve dilin ötesinde, iman bağıyla kuruludur. Bu bağlamda, bir Müslümanın başka bir Müslümanın acısına kayıtsız kalması, velayet duygusunun ve kardeşlik hukukunun ihlali demektir.

Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v.), zulmün hem zalimine hem de mazlumuna karşı sorumluluk taşıdığımızı belirtmiştir: “Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et.” Sahâbe bu hadisi duyduğunda “Mazluma yardım tamam, ama zalime nasıl yardım edilir?” diye sorunca, Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Zalimi zulmünden alıkoymak suretiyle yardım edilir.” (Buhârî, Mezâlim, 4). Bu bağlamda Gazze’deki zulmü görmezden gelmek hem mazluma hem de zalime karşı dinen yerine getirilmesi gereken sorumluluklardan uzaklaşmak anlamına gelir. “Gazze benim meselem değil” söylemi, İslam hukuku açısından kabul edilemez bir tutumdur. Bu ifade hem bireysel hem de kolektif anlamda dinî sorumluluğun ihlali, ümmet bilincinin zedelenmesi ve mazlumun hukukunun görmezden gelinmesi anlamlarına gelir. İslam, vicdanı diri, kalbi açık, mazluma karşı duyarlı, zalime karşı da adaletli bir duruşu emreder. Gazze, her müminin imtihanıdır; değil sessiz kalmak, hakkın ve hakikatin yanında durmak ise bu imtihanın gereğidir.

İmam Serahsî, el-Mebsût adlı eserinde, mazluma yardımın sadece bireysel bir görev değil, ümmetin tamamını bağlayan kolektif bir vecibe olduğunu ifade ediyor. Hanefî mezhebine göre, zulmün engellenmesini “siyasî” ya da “coğrafî” bir sorun olarak değil, doğrudan dinî sorumluluk olarak ifade edilir. Bu noktada “Gazze benim meselem değil” demek, farz-ı kifâye hükmündeki bir görevden kaçmak anlamına gelir ve bu görevi yerine getiren bir topluluk yoksa, geri kalan tüm Müslümanlar günaha girmiş olur.

Hanefî fakihlerine göre zulme rıza göstermek, zalime fiilen yardım etmekle eşdeğerdir. Zira zulmün karşısında sessiz kalmak, adaleti engelleyen pasif bir suçtur. Nitekim Kâsânî, Bedâiʿu’s-Sanâiʿ adlı eserinde mazluma yardımın, zalimi engellemenin fiilen cihad niteliğinde olduğunu belirtir. Hanefî mezhebi, cihadı sadece silahlı mücadele olarak değil, hakkın tesisi ve bâtılın izalesi olarak değerlendirir. Dolayısıyla, Gazze gibi bir coğrafyada zulüm altındaki Müslümanlara destek vermek, Hanefî fıkhına göre doğrudan cihad kapsamına girmektedir.

İslam hukukunda Müslümanlar arası ilişkiler “velayet” kavramıyla ifade edilir. Velayet, koruma ve dayanışma ilişkisidir. Bu kavram, sadece ailevi yahut mali alanla sınırlı değildir; ümmetin her ferdini kapsayan bir koruma ahdidir. Bu bağlamda, uzak coğrafyalardaki Müslümanların acılarına kayıtsız kalmak, velayet hukukunun ihlali anlamına gelir.

İslam hukuku, velayeti bir yükümlülük olarak ele alır; bu nedenle “Gazze benim meselem değil” demek, bu hukukî ve ahlaki bağı reddetmek demektir. Böyle bir tutum, ümmetin birliğini zayıflatan ve kardeşlik bağlarını koparan bir gaflet olarak değerlendirilir.

İslam hukuku sadece hukukun zâhirini değil, insan kalbinin ve toplumun vicdanının ihyasını da önemser. Fıkıh kitaplarında geçen “tenâsül-ı hissiyât” (duygusal dayanışma) kavramı, toplumun ahlaki bütünlüğü açısından kritik öneme sahiptir. Bu nedenle, bir Müslümanın acısına kayıtsız kalan bir toplum, kendi iç hukukunu değil, ruhunu da zayıflatmış olur.

Fdbhfdx