Hayatı bir metin değil, bir sahne gibi düşünenler için Enes Cangül’ün tiyatrosu, durup yeniden bakmaya çağıran içten bir davettir. Çünkü bazen bir replik, insanın bütün iç dünyasını yerinden oynatabilir. Bir sahne hayal edin: Işıklar loş, dekor yalın ama anlamı derin… Replikler yavaşça dökülür oyuncunun dudaklarından; her biri, seyircinin yüreğine sessizce dokunur. İşte o sahnede, görünene değil, görünmeyene inanan bir oyuncu belirir: Enes Cangül.
Cangül, yalnızca bir tiyatro oyuncusu değil; aynı zamanda Sinop Üniversitesi'nde tiyatro eğitmeni, Sinop Hayaller Tiyatrosu’nun da Genel Sanat Yönetmeni. Onun tiyatrosu, sahneye çıkmaktan ibaret değil; bir yaşam biçimi, bir değerler bütünüdür. “Sanat, insanın hayatla bağ kurması için var,” diyen Cangül, bu sözü hem sahnede hem sınıfta yaşayan ve yaşatan bir sanat emekçisidir.
Ona göre sanatçının en büyük hatası, dünyayı sadece sanatın içinden okumaya çalışmasıdır. Oysa sanat, hayatın içinden süzülüp gelen bir ırmak gibidir. Hayatın sokağından, kahve kokan bir sabahından, insanın gözlerindeki sessizlikten beslenmeyen sanat, ne kadar incelikli olursa olsun, kuru bir gösteriye dönüşür. Cangül’ün sahnedeki duruşu da tam bu yüzden güçlüdür: Çünkü o, hayatın ta kendisini sahneye taşır.
Tiyatro serüveni genç yaşlarında başlar. Ama bu serüven, yalnızca replik ezberlemekle değil, her karakterin derinliğine inerek, her oyunun ruhunu taşıyarak gelişir. Her performansında seyirciye sorduğu gizli bir soru vardır: “Kendini en son ne zaman gerçekten duydun?”
Bu soru, onun tiyatro anlayışının kalbidir. Çünkü Cangül’e göre tiyatro, gürültülü bir eğlence değil; insanın kendi iç sesini, kendi çelişkilerini ve hayallerini duyduğu bir aynadır.
Eğitimci kimliğiyle de farklılaşır Enes Cangül. Sahneye çıkmadan önce öğrencilerine hep aynı cümleyi hatırlatır: “Önce insan olmayı unutma.” Onun eğitim yaklaşımı, teknikten önce sezgiye, ezberden önce duyguya, başarıdan önce samimiyete dayanır. Sahne, ona göre bir yargı değil, bir arayış yeridir. Cangül, öğrencilerini yalnızca iyi oyuncular değil, sahici insanlar olarak yetiştirmenin yollarını arar.
Sinop ise onun için yalnızca bir yaşam alanı değil, sahneye ruh veren bir ilham coğrafyasıdır. Karadeniz’in tuzlu rüzgârında, yokuşlu sokaklarında, liman kıyısında yürürken topladığı hikâyeler, sahnede birer karakter olarak yeniden doğar. Cangül’ün yönettiği her oyunda Sinop’un kokusu, sesi ve insanı hissedilir. Tiyatroyu büyük şehirlerin kalıplarından çıkararak yerel dokunuşlarla evrensel bir anlatıya ulaştırır.
Sahneye koyduğu oyunlar, adeta birer “yaşam defteri” gibidir. Her karakter, bir toplumun aynasındaki çatlağı gösterir. Kimi zaman politik göndermelerle, kimi zaman varoluşsal sorularla, kimi zaman da saf bir duyguyla izleyiciyle buluşur. Ama her seferinde iz bırakan şey aynıdır: Derinlik, duruluk ve dokunuş…
Enes Cangül’ün tiyatrosu, büyük efektlerle dolu sahnelerden değil; bir duraksamanın, bir suskunluğun, bir bakışın anlamından beslenir. Çünkü onun tiyatrosunda bağırmak gerekmez; bazen bir sessizlik, en etkili haykırış olabilir.
Ve biz, onu izlerken yalnızca bir oyuncuyu değil, hayatın anlamına sanatla dokunan bir anlatıcıyı da görürüz.
Seyircisine dokunabilen bir sanatçının, öğrencisine ilham verebilen bir eğitmenin, bir şehrin ruhunu sahneye taşıyabilen bir yönetmenin adı: Enes Cangül.