Sarı yaz geldi, geçti.

Sonbahar mevsiminin ikinci ayı Ekim'e girdik.

Şimdiki zaman bağbozumu olsa gerek.

Yağışlar yavaş yavaş sıklaştı.

Yine yağmurlu bir sabah uyandık.

Sokağa çıkmazdan evvel yanımıza şemsiye almak şart oldu.

Hava sıcaklığı ise hallice.

Palto giyilecek kadar soğuk olmasa da hava, ceketsiz ya da montsuz dışarı çıkılması için uygun değil.

Yağmurlu havalarda alışık olduğumuz bir durum: Trafik...

Yollar tıkalı. Acelesi olanlar basıyor korna düğmesine.

Korna sesleri kulakları tırmalıyor.

Hayatımızda o kadar çok ses var ki kimisini seviyoruz, kimisinden kaçacak yer arıyoruz.

Sizi bilemem ama benim içimden bir ses "yaşanmaz artık bu şehirde, al valizini git memleketine!" dese de, gitmem zor, tutkuyla bağlanmışım bi' kere.

Seviyorum bu şehri, hem de çok seviyorum, delicesine.

Erken dememişiz düşmüşüz ekmeğimizin peşine.

Servis aracının içindeyiz.

Uyuyanlar var aramızda. Bazıları uyur gibi yapıyor, göz kapakları titrek titrek.

Kimimizin elinde de cep telefonu, parmak ucu bir yukarı, iki aşağı kaydırılıyor.

Sosyal paylaşım sitesinde âdeta sörf yapıyoruz, sabah sabah.

Okumuyoruz; bakıp geçiyoruz çoğu kere.

Yol kenarlarında sıra sıra çınar ağaçları.

Belli ki her biri yorgun... Düştü düşecek sararmış yaprakları.

Bir rivayete göre insanların da omuzları düşermiş bu günlerde. Hazandan, hüzünden midir bilinmez.

Tolstoy diyor ki: “Belki de her şeyi kabullenip hayatı akışına bırakmak lazım. Zorlamak bazen çözüm değildir. Ve zorla olan hiçbir şey güzel değildir.”

Sonbahar renkleri temel olarak sarı, kırmızı ve kahverengiden oluşur.

Eylül'de sararan yapraklar, sonra kırmızıya daha sonra da kahverengiye dönüşür.

Astrolojide Ekim'in renginin gök mavisi olduğu belirtilse de benim dünyamda “kahverengi”dir.

Ne de olsa “kahverengi gözlerin” yeri başkadır gönlümde.

“Bir ölüm vefalı bir de sonbahar.” diyor Türk Edebiyatı'nın önde gelen şair ve yazarı Cahit Zarifoğlu.

Bu dünyada en çok neyi istersen ondan vazgeçmek zorunda kalırmışsın.

Evet! Eylül'de bekledim…

“Vazgeçtim sen Ekim'de gel. Eylül'de herkes geliyormuş.” (1)

Kaynak: (1) Cahit Zarifoğlu