Gökyüzü kurşuni, deniz dalgasız ve cam gibi; sabah erkenden, deniz hâlâ uykudayken kıyıya indim… Lodos gece boyu uğuldayıp durmuş, sabaha kadar ne bulduysa toplamıştı sahile.

Çakılların, yosunların arasında ağır adımlarla yürüdüm. Ayaklarım tanıdık taşlara değdikçe çocukluğumun izleri canlandı içimde. Kıyıya vuran her şey, geçmişten bir parça gibiydi. Gözüme ilişen bir tahta parçasını eğilip aldım. Paslı bir çivi vardı üzerinde, belki eski bir sandalın bordasından, belki de rıhtımdaki direklerden kopmuştu. Kim bilir, belki de dedemin zamanından kalma...

Dedem için tahta, taş fark etmez her parçaya bir öykü kondururdu. “Deniz unutmaz evlat, kim ne atarsa içine, zamanı gelince kıyıya vurur.” derdi. O zamanlar dedemin anlattıklarına tabii ki, inanırdım. Bana masallar, hikâyeler anlatırdı. Şimdi, onun masallarını özlüyorum. Bilemiyorum, belki de o masalların ardındaki sessiz hakikati özlüyorumdur. Şu karşı kıyıdaki taş evde açmışım gözlerimi dünyaya. Ege’nin tuzlu, serin maviliği ve iyot kokusuyla yoğrulmuşum.

Dalga sesleri bebeklerin ninnisi olurdu bizde. İyot, annemizin teninin kokusu gibi sinmiştir içimize; doğduğumuz anda başlamış denizle aramızdaki o sessiz, derin bağ. Dedem, kökümüzün Orta Asya’dan geldiğini anlatırdı. Dağ yamaçları, tuzlu rüzgârlar… Uzun göç yollarından taşınan bir miras…

Yörük kanı taşıyan bizler, dağla deniz arasında, şu yamaçlarda, ovalarda tutunmuşuz hayata. Baharın ilk günlerinde yeşeren ağaçlarla, çiçeklerle, fidanlarla canlanırdı köyümüz. Küçük ama bereketli tarlalarda çalışır, sebzemizi, meyvemizi kendimiz yetiştirirdik. Keçilerimizi yamaçlarda otlatır, sabahları çan sesleriyle uyanırdık. Akşam vakitleri ise dağda yayılıp eve dönen sürüyle birlikte güneş de inerdi yavaş yavaş ovaya. Dağlarda özgürce dolaşan keçilerimiz, sütüyle, peyniriyle geçim kaynağımız olmasının yanında neşemize neşe de katarlardı. Dağ, orman ve tabii ki deniz…

Deniz de önemli bir parçasıydı hayatımızın. Aslında, nabzımızın attığını denize girince hissederdik. Çocukken annemin elinden tutup o taşlı patikadan sahile inerdik. Yol boyunca ayaklarım küçük taşlara takılır, denizi görünce yerinde duramaz, bir an önce tuzlu suya karışmak isterdim. Sahile vardığımızda annem beni suya bırakır, ben de çırpınarak yüzmeye çalışırdım. Annem tuzlu suyun içindeki çırpınışımı, neşemi tebessümle izler, ilk adımları attığım, yürümeyi öğrenmeye başladığım zamanlara benzetirdi. Deniz, hem oyun alanı, hem de öğretmendi bizim için. Köyümüz eskiden beri sünger avcılarının ve balıkçıların yaşadığı bir yerdi. Yaşanmış, gerçek dalgıç hikâyeleriyle büyüdük. Ben de küçük yaşlardan itibaren denize dalmaya merak saldım. Beş, on, yirmi metre…

Denizin dibine doğru ilerledikçe her dalışımda başka bir dünyanın kapısı aralanıyordu sanki bana. Balıkların dansı, yosunların salınımı, ışığın su altındaki kırılgan oyunu…

Büyülenirdim. Suyun altı sessizdi ama ben her inişimde içimdeki seslerin daha çok yükseldiğini hissederdim. Derin mavi hep daha ilerideydi. Hep biraz daha aşağıda. Hiçbir zaman tam olarak ulaşamayacağım bir yerdi orası ama her dalışımda beni kendine çağırıyordu ve sanırım bu yüzden istemsizce hep oraya doğru ilerlemek istiyordum. Yazın kavurucu sıcağında serinlemek, biraz soluklanmak için sahile koşardık ama bazıları için deniz sadece serinleme yeri değildi. Ağ atan, kıyıda olta sallayan, yosun toplayan, tekneyle balığa çıkan…

Herkes, denizle dosttu burada. Balık, soframızın vazgeçilmez lezzetiydi; teknelerle, kayıklarla denize açılmaksa hem bir rızık kapısı, hem de çocukluktan beri süregelen doyumsuz bir heyecandı. Denizin bir de öteki yüzü vardı. Vurgun yiyip kolunu bacağını kaybeden dalgıçlar, tekneyle gece balık avına çıkıp dönmeyen babalar, kıyıda sabaha kadar gözünü kırpmadan bekleyen anneler…

Sünger avcılığı iyi kazancı olan bir işti ama her kazanç, denize emanet edilen bir hayat da demekti. Sonra, zaman ilerledikçe köy de değişmeye başladı ve başka bir şekle büründü. Gençler turizm okullarına gitmeye başladı. Butik oteller açıldı, aile işletmeleri kuruldu. Baba balığı tuttu, anne reçeli kaynattı, nine badem ve cevizleri kabuğundan ayırdı, çocuk sosyal medyadan menüleri paylaştı. Bahçedeki domates, biber, yamaçlardan toplanan kekik, adaçayı, yaylalardan gelen peynir, tereyağı restoranlarda yeni lezzetlere dönüştü. Birçok şey zamana karşı direnemeyip değişmeye başladı ama değişmeyen şeylerde var.

Misal, taaa Orta Asya’dan gelip Anadolu’da yoğrulan “ekşi mayalı çörek’’, çok şükür, kokusu hala fırınların bacasından yayılıyor sokaklara. Ayda, yılda bir kez kaynasa da ocaklarda, “keşkek’’ lezzeti hala herkesin damağında mevcut. İnsan içinde yaşadığı ortamda değişimin hızını fark edemiyor, her şey aynı gibi geliyor ama eski ve yeni yoğrularak başka bir hâl almaya başladı.

Ben mi?

Ben, hâlâ sabahları deniz uykudayken kıyıya iniyorum. Denizin ne getirdiğini görmek için değil; neleri götürmediğini hatırlamak için. Bugün, yosunların arasında küçük bir çocuk ayakkabısı buldum. Belki bir balıkçının belki bir turistin çocuğuna aitti ama bana, sahildeki taşların üzerinde yalın ayak yürüyen beni hatırlattı. Korkusuzca suya koşan, gece serinliğinden ürperince annesinin eteğine saklanan, yıldızlara bakarak hayal kuran beni…

Deniz, hatırlamak için iyi bir yerdir. Çünkü hiçbir şeyi unutmaz. Zaman geçer.

Çocuklar büyür.

Masallar, hikâyeler anlatılmaz olur.

Duvarların sıvası dökülür.

Rıhtımda bekleyenler azalır.

Mahalle, köy değişir.

Ama deniz, dağ, orman, güneş…

Tuz, bir de ekşi maya hep kalır.

Mehmet Düğmeci Söğüt Köyü / Marmaris