Yaz sonuna yaklaştığımız o günlerde, Sinop’un sıcaklığı yerini serinliğini
hissettiren akşam meltemlerine bırakmıştı. Tatil için geldiğimiz bu
küçük ama zarif şehir, deniziyle, sessizliğiyle, eski taş sokakları ve
kaleye yaslanmış evleriyle hemen içime işlemişti.
Güneş, Karadeniz ufkuna doğru ağır ağır eğilirken sahilde yürümek
istedik. O an, güne eşlik etsin diye aklımıza bir çekirdek çitleme fikri
geldi. Bu küçük keyfi tamamlamak için sahile yakın, kale kemerinin iç
kenarındaki eski bir kuruyemişçiye girdik.
Uzaktan gelen kavrulmuş çekirdek kokusu, dükkânın içine adım
attığımızda yerini tanıdık Türk kahvesi kokusuna bırakmıştı. Kavrulmuş
fındık, tuzlu leblebi, badem, fıstık, kuru üzüm ve kayısı; hepsi camekânın arkasında sıralanmış, sanki yılların el alışkanlığıyla yerli yerindeydi. Raflar küçük cam kavanozlarla doluydu, her şey sade ama düzenliydi. Rengârenk akide şekerleri, çeşit çeşit lokumlar, envaiçeşit kuru meyveler gözden kıskanılır halde kavanozlara doldurulmuştu.
Tezgâhın ardında, yaşını tam kestiremediğim ama yıllardır bu işi yaptığı her hâlinden belli olan bir adam duruyordu. Gülümsedi.
“Buyurun gençler,” dedi. Sesi ince ama kararlıydı.
“Biraz kavrulmuş çekirdek alabilir miyiz?” diye sorduk.
Ne kadar istediğimizi sormadan, sessizce bir kese kâğıdına çekirdekten
kürekle koyup tarttı. Tam paketi alıp çıkacakken fark ettim: Çekirdeklerin konduğu kese kâğıdına, sanki istemeden yapışmış gibi
duran ikinci bir boş kese kâğıdı ilişmişti. Refleksle onu geri uzattım.
“Sanırım bu yanlışlıkla yapışmış,” dedim.
Adam bir an sustu. Göz göze geldik. Hafifçe başını eğdi. Dudaklarında
belli belirsiz bir tebessüm belirdi.
“Peki,” dedi. “Çekirdeğin kabuklarını nereye atacaksınız?”
İçimde tuhaf bir sıcaklık yayıldı o an. Ne diyeceğimi bilemedim. Dudaklarımda bir ‘özür’ ararken, mahcup bir gülümsemeyle o ikinci kese kâğıdını geri aldım.
Dışarı çıktığımızda güneş neredeyse ufka değmişti. Sahilde bir banka
oturduk. Rüzgâr saçlarımızı karıştırırken elimde tuttuğum o ikinci kese kâğıdına bir süre baktım.
Bir şehir insanını nasıl şekillendiriyorsa, insan da küçük bir davranışla
koca bir kültürü anlatabiliyor bazen. Sinop’ta o akşam, bir kese kâğıdı
kadar sade ama bir o kadar da anlamlı bir ders almıştım.
İthaf
Bu öykü, küçük nezaketlerin büyük kültürleri yaşattığını unutmayan
Melih Bayram İlko’ya ithaf edilmiştir.
(Türk Dünyası Balkan Türkleri Destekleme ve İş Birliği Derneği – Yönetim Kurulu Üyesi)