Tarihin akışı, çoğu zaman yalnızca görünür nedenlerle açıklanamaz. Kimi zaman sokakta atılan bir slogan, kıtalar ötesinde çizilmiş bir stratejinin yerel izdüşümüdür. Türkiye’nin 12 Eylül 1980 öncesi dönemi de bu çerçevede, yalnızca bir iç çatışma dönemi değil; küresel bir güç mimarisinin yerel düzeydeki sahnelenişi olarak okunmalıdır. Bu makale, 12 Eylül sürecini yalnızca bir darbe ya da iç siyasal gelişme olarak değil, Türkiye’nin emperyal sistem içindeki konumuna dair yapısal bir kırılma anı olarak ele almaktadır.
Modern küresel sistemin temelleri, 15. yüzyılda Avrupa’nın coğrafi keşiflerle dünyanın öteki kıtalarına ulaşmasıyla atıldı. Bu keşifler, Sanayi Devrimi’yle birlikte yalnızca coğrafi merakın değil; servetin, gücün ve tahakkümün peşindeki bir koşunun parçası hâline geldi. Avrupa, kendi iç sınırlarını aşarak Afrika, Asya ve Güney Amerika’da sömürge imparatorlukları kurdu. Doğal kaynaklar yağmalandı, yerli halklar köleleştirildi. ‘’Yeni Dünya Düzeni’’, güçlü merkezler ve bağımlı çevreler arasında kuruldu.
Sömürgecilik, yalnızca askeri yöntemlerle değil; eğitim, hukuk, din, dil ve ideoloji gibi araçlarla inşa edildi. Yerel diller bastırıldı, yerli liderlikler iş birlikçi yöneticilere dönüştürüldü. Zamanla bu düzen daha sistematik bir hâl aldı; valilik sistemleri kuruldu, zorla çalıştırma yasaları uygulandı ve kültürel dönüşüm dayatıldı. Böylece sömürgeler, sömüren ülkelerin ekonomik çıkarlarını genişletmenin ve siyasi gücünü pekiştirmenin birer aracı hâline geldi.
19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında emperyalizm sadece ekonomik değil; askeri, ideolojik ve kültürel bir yayılma stratejisine dönüştü. Sömürgeler, “medeniyet götürme” iddiasıyla dönüştürülürken, büyük güçler için birer prestij ve hâkimiyet alanına evrildi. Bu süreçte Avrupa merkezli bir dünya düzeni tesis edildi; merkezdeki ülkeler ekonomik ve kültürel üstünlük sağlarken, çevre ülkeler bağımlı bir düzene mahkûm edildi.
20. yüzyıla gelindiğinde sömürgecilik biçim değiştirerek “neoemperyalizm” olarak yeniden üretildi. Toprak işgalleri azaldı ancak ekonomik bağımlılık, kültürel hegemonya ve siyasi yönlendirme devam etti. Uluslararası şirketler, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar bu yeni yapının başlıca araçları hâline geldi. Özellikle Soğuk Savaş döneminde bu düzen, iki kutuplu dünyanın ideolojik haritasına göre yeniden şekillendi.
Türkiye, bu dönemde yalnızca jeopolitik bir ülke değil; aynı zamanda Batı ittifakının doğu cephesi, Sovyet etkisine karşı bir tampon bölge, ideolojik ve kültürel bir mücadele alanıydı. Bu konumu, onu yalnızca iç siyasal dengeler açısından değil, küresel stratejilerin doğrudan müdahale alanı hâline getirdi.
1970’li yıllarda Türkiye, sağ ve sol ideolojilerin sert çatışmasına sahne oldu. Ancak bu çatışmalar, yalnızca yerli dinamiklerle açıklanamayacak ölçüde organize edilmiş ve yönlendirilmişti. Kardeşin kardeşe, komşunun komşuya silah doğrulttuğu bir dönemde, sokaklar çatışma alanına, üniversiteler ve liseler ise ideolojik kamplara dönüşmüştü. Devletin güvenlik birimleri dahi ideolojik ayrışmalardan nasibini almıştı.
Mahalleler “kurtarılmış bölgelere” dönüşmüş, her grubun bir ideoloğu, bir lideri, bir sloganı, bir şehidi vardı. “Kahrolsun Faşizm”, “Kahrolsun Komünizm”, “Zafer İslam’ın”, “Komünistler Moskova’ya” gibi sloganlar hem inanç beyanı hem de birer tehdit aracıydı. Ancak bu çatışmaların arkasındaki görünmez el, tüm taraflara aynı merkezlerden silah ve lojistik desteği sağlayan bir iradeye işaret ediyordu. Tanıklıklar, belgeler ve anılar, bu çatışmaların yalnızca içsel değil, dışsal müdahalelerle yönlendirildiğini göstermektedir.
Ve bir sabah, 12 Eylül 1980’de her şey sustu. Tanklar sokaklara indi, üniformalar sivil iktidarı devre dışı bıraktı, afişler söküldü, duvarlar temizlendi. Bir gece önce birbirine kurşun sıkan eller, ertesi sabah sessizliğe gömüldü. Oysa polis aynıydı, asker aynıydı, bürokrasi yerli yerindeydi. Ne olmuştu da bu ani dönüşüm gerçekleşmişti?
Asıl değişen, sahne arkasındaki iradenin oyunu durdurma kararıydı. Türkiye yeniden “dizayn” edilmek üzere kontrollü bir şekilde askeri yönetim altına alınmıştı. Ekonomiden eğitime, siyasetten medya diline kadar her şey yeniden yapılandırıldı. 24 Ocak 1980 kararlarıyla başlayan neoliberal dönüşüm, 12 Eylül darbesiyle güvence altına alındı. Böylece Türkiye, küresel sistem içinde bir “taşra vilayeti” gibi yeniden konumlandırıldı. Savaşla değil; medya, ideoloji, ekonomi ve iç çatışmalarla zapt edilen bir zihin coğrafyasına dönüştü.
Bugün dahi birçok politik ve toplumsal tartışma, bu sömürge sonrası zihinsel mirasın gölgesinde yürütülmektedir. Ulusal politikalar, uluslararası kurumların onayına tabi tutulmakta; yerli sermaye küresel finansın kurallarına boyun eğmekte; kültürel ve sanatsal üretim merkez ülkelerin estetik kodlarına göre biçimlenmektedir.
Bu bağlamda 12 Eylül, yalnızca bir askeri darbe değil; Türkiye’nin küresel emperyal sistemle ilişkilerinde yaşadığı en kritik kırılma anlarından biridir. Bir kuşağın travması, bir milletin sorgulama eşiği, bir halkın kolektif hafızasıdır. Bugünü anlayabilmek ve yarını inşa edebilmek için, bu karanlık ama öğretici sayfayı yeniden ve derinlemesine okumak gerekmektedir.
Mehmet Düğmeci Nisan 2025