Bir dönem, “geri kalmışlık” neredeyse günlük tartışmaların merkezindeydi. Televizyon ekranlarında, gazete köşelerinde, akademik panellerde herkes bu kavramı sürekli konuşurdu. Programa katılan konuşmacılar saatlerce üzerinde tartışırdı.
Suçlanan da belliydi: Kimi dine yüklüyordu bütün sorumluluğu, kimi ise tam tersi yönde, “İslam’dan uzaklaşma” söylemiyle meseleyi açıklamaya çalışırdı.
Yani ya tamamen inançla ilgiliydi geri kalmışlık ya da tamamen inançtan kopmakla…
Oysa hiçbir toplumun geride kalmışlığını bu kadar basit bir denklemle açıklamak mümkün değil. Bizde de değil.
Bugün artık bu konu çok gündeme gelmiyor gibi görünse de, geri kalmışlığı belli kalıplara sıkıştırıp duran bir kesim hâlâ varlığını sürdürüyor.
Belki artık sosyal medya sayesinde daha da görünür oldular.
Bir şeyler yolunda gitmediğinde suçlayacak kolay bir günah keçisi bulmak her zaman daha cazip geliyor insana.
Hâlbuki, asıl mesele çok daha derinde, çok daha insanî ve çok daha zihinsel.
Sorun ne dinle başlar ne de dinden uzaklaşmakla biter.
Eğer mesele gerçekten tek bir inanca bağlanarak açıklanabilecek olsaydı, aynı dine inanan toplumların hepsi aynı ölçüde kalkınmış olurdu. Ya da aynı dine inanmayan toplumların hepsi geri kalmışlık içinde yaşardı.
Ama gerçek durum böyle değil. Aynı coğrafyada, aynı inanç sistemine sahip ülkeler arasında bile uçurum ölçüsünde farklar var.
Demek ki, geri kalmışlığı açıklamaya çalışırken din en fazla tamamlayıcı bir faktör olabilir; belirleyici olan ise bambaşka şeylerdir.
Esas mesele zihniyettir.
Zihniyet… Yenilenemeyen, kendini sorgulayamayan, eleştiriye kapalı, kendisini dünyanın merkezi zanneden bir düşünüş biçimi…
Bizim toplum olarak en çok takıldığımız duvar da burada yükseliyor.
Çünkü zihniyeti yenilemek, birtakım alışkanlıklardan vazgeçmeyi, bir kısmımızın kutsal saydığı ezberleri yeniden düşünmeyi, konfor alanından çıkmayı gerektiriyor.
Zihniyeti yenilemek, sorumluluk almayı gerektiriyor. Ve ne yazık ki bunu her toplum her zaman başaramıyor.
“Biz böyleyiz” demek kolay, ama “Neyi değiştirebiliriz?” diye sormak zor. Çünkü bu soru, parmağı başkalarına değil kendimize çevirmeyi gerektiriyor.
Evrensel ahlâkla bağ kuramayan bir düzen ilerleyemez.
Toplumların geri kalmışlığını belirleyen en önemli unsurlardan biri de ahlâk, ama dar anlamda ahlâk değil; evrensel ahlâk.
Yani, kimsenin malına göz dikmemek, işi ehline teslim etmek, yaptığı işin hakkını vermek, emeğe saygı duymak, başkasının hakkını yememek, adalet duygusunu canlı tutmak, liyakatten vazgeçmemek… Bunlar herhangi bir dine özgü değil; insanlığın ortak mirası.
Bizim sorunumuz, işte bu evrensel ahlâk anlayışı ile toplumsal düzen arasında sağlam bir köprü kuramamak.
Hukukun işletilmesindeki tutarsızlık, kurumsal işleyişteki keyfiyet, iş yapma kültürünün şahsi ilişkiler ve çıkarlar etrafında şekillenmesi… Tüm bunlar, gelişimin motoru olan güveni aşındırıyor. Bir ülkede güven yoksa yatırım yoktur, planlama yoktur, üretim yoktur, bilim yoktur. Güvensizlik ise geri kalmışlığın en kalıcı yakıtıdır.
Bugün geri kalmışlığımızın nedenleri konuşulmuyor gibi görünse de, belirtiler hâlâ her yerde.
Çöplerin sokağa bırakıldığı, hatta pencereden atıldığı bir şehirde, öğretmenin sesine kulak tıkandığı bir okulda, trafikte kurallara meydan okuyan bir sürücüde, devlet dairesinde yurttaşına tepeden bakan memurda…
Bunların hepsi ekonomik kalkınmanın değil, zihinsel kalkınmanın göstergeleridir.
Bazen teknoloji üretmekten, ihracatı artırmaktan, kurumları güçlendirmekten önce zihniyeti güncellemek gerekir. Çünkü zihniyet gerideyse hiçbir reform kök salmaz.
En verimli toprağa tohum ekersiniz ama yanlış sulama sistemiyle kurutursunuz. Yanlış anlaşılmasın. Biz de yıllardır böyle yapıyoruz.
Sonuç olarak; geri kalmışlık bir kader değil, bir coğrafya yazgısı hiç değil. Ama kolaycı açıklamalarla geçiştirilemeyecek kadar da derin bir mesele.
Ne dine suç atarak çözebiliriz, ne de inançtan uzaklaştığımız için böyle olduğumuza inanarak.
İşin özü, kendimize dönüp bakmak. Alışkanlıklarımızı, düşünme biçimimizi, birbirimize davranışımızı, adalet duygumuzu, çalışma ahlâkımızı gözden geçirmek.
Belki o zaman, yıllardır aynı çemberde dönüp durduğumuzu fark eder ve nihayet o çemberden dışarı çıkacak cesareti buluruz.
Çünkü geri kalmışlık, aslında bir ülkenin değil, bir zihniyetin hikâyesidir.
