Hayat, iki ezan arasında yaşanan bir yolculuktur.
Doğduğumuzda kulağımıza okunan ezan, öldüğümüzde arkamızdan yükselen sela ile yankılanır.
Nice yollar, nice yıllar devrilir; fakat saniyelik bir deprem ânı, zamanın durduğu sonsuzluk gibi çöker üzerimize.
O an nefesler tutulur, kalpler sessizce sevdiklerine döner.
Kimi "Acaba sağ çıkacak mıyım?" diye düşünür, kimi de geride bıraktıklarının gözlerini...
Asıl hesaplaşma, o sarsıntıdan sonra başlar:
Kırgınlıklar, küçük hesaplar, ertelenmiş hayatlar…
Ve en önemlisi; sevdiklerimizin gözlerine bakmak varken, ekranlara mahkûm ettiğimiz zamanların derin pişmanlığı.
İşte o vakit "Keşke..." deriz:
Keşke çocuğumuzun uzattığı resme baksaydık...
Keşke aile sofralarında, sosyal medyanın esaretinden sıyrılıp bir tebessümün, bir bakışın kıymetini bilseydik…
Giden geri dönmez, tıpkı zaman gibi…
Bugünkü deprem, belki de bizi uykudan uyandırmak için kapımızı çaldı.
Çok şükür ki bu kez içeri girmedi.
Ama içimizde sessizce büyüyen dijital depremleri durduramazsak, bir gün gerçek sarsıntının ardından elimizde tarifsiz bir pişmanlık kalacak.
O gün; en büyük yıkımın, yerin değil, insanın içinde yaşandığını göreceğiz.
Depremler şehri yıkar, dijital depremler ise insanı içten içe çökertir.
Biri binaları alır bizden, diğeri sevdiklerimizi, zamanımızı ve ruhumuzu…
Ve en tehlikelisi, dijital depremlerin enkazı görünmezdir; ama etkisi derin, sarsıntısı yıkıcıdır.