İnsan gücüne en çok ihtiyaç duyulan kesim tarım sektörüdür. Nüfusumuzun sadece %4’ü tarımla uğraşmaktadır ve bu kesim de yaşlı nüfustur. Şehirlerde yaşayan, çalışmak zorunda kalan kadınlar doğurmamaktadır. Bu sonucun kaçınılmaz olduğu ortadadır.

Milletler mücadelesinde köylerdeki yaşantı, stratejik savunma kaleleri olarak kabul edilir.
İkinci Dünya Harbi’nde Hitler, Rusya’yı istila etmek ister. Kuzeyin soğuğu bir risk olduğundan, Anadolu üzerinden geçerek güneyden Rusya’ya saldırma fikri ağır basar. Sınıra kadar gelirler. Türkiye’ye saldırı planları kurmaylarıyla masaya yatırılır. Kendi ordusunun hava gücü ve teknolojik üstünlüğü öne çıkar. Asker ve insan profili değerlendirilirken “Türk askeri savaştan yeni çıkmış, yorgun” denir. Sıra halkın illere ve köylere göre demografik dağılımına gelir. O yıllarda köylerde yaşayanların oranı %80, şehirlerde yaşayanların oranı ise %20 idi. Hitler ve kurmaylarını bu nüfus dağılımı korkutur. “Türkler savaşçı ve asker bir millettir. Bu köyler dağınık Anadolu’yu esir alabilmek için önce köylerin esir alınması gerekir” denir. “Türkler her köyü savaş alanına dönüştürür, her köye de askeri birlik göndermek gerekir” düşüncesi hâkim olur. Alman ordusu, köylerdeki bu gizemli Türk gücünü yenemeyeceğine kanaat getirir. Bunun üzerine riskli kuzey bölgesinden geçerek Rusya’ya savaş açmaya karar verirler. Ancak Almanlar soğuk şartlara dayanamaz. Hitler, Ruslar karşısında büyük kayıplar verir ve savaşı kaybeder.

Bu tarihi olayla Avrupa, 1939 yılında Anadolu Türklüğünün sırrını aslında çözmüştür. Atatürk de “Toroslar’da tüten Yörük çadırları var oldukça, yani köylerde yaşayanlar var oldukça, Türkiye’yi hiçbir gücün yenemeyeceğini” işaret etmiştir.

Bu günlere gelene kadar Türk köylüsünün önemini kavrayan başta Atatürk, “Köylü milletin efendisidir” diyerek Türk tarımında, hayvancılığında, ziraatinde mucizeler yaratmıştır. Kısacık ömründe portakal satmış, hububat satmış, fabrikalar kurmuş, Osmanlı’nın borçlarını ödemiş, bir Türk Lirası’nı Amerikan Doları’ndan daha güçlü hale getirmiştir.

Günümüze gelene kadar Erbakan Hoca’nın köylü için Başak traktörleriyle tarım ve teknolojiyi birleştirme çabalarını gördük. Demirel’in köy kökenli olması nedeniyle köylünün buğday fiyatı ile mazot fiyatını ilişkilendirme politikasını unutmadık. “Köylünün refahı” diye bir söylemi vardı. Ecevit’in romantik de olsa “Köy-Kent” politikası vardı. Alparslan Türkeş’in “Tarım Kentleri” politikası vardı. Tarım Bakanlığımız köylüyü kucaklar, rehberlik ederdi.

Şimdi ise Tarım Bakanlığı’nın olmayan tarımı denetleme yetkileri ve görevleri var. TİGEM model üretimler ve uygulamalar yapardı. Şeker pancarı üretilir, şeker ihraç edilirdi. Amerika’nın kanserojen mısır şurubuna mecbur edilmemiştik. Şeker pancarı ekilerek hayvan yemi problemi yaşanmayan bir Türkiye vardı. Köylüye düşük faizle kredi veren Ziraat Bankası vardı. Köylüye kol kanat geren Tarım Kredi Kooperatifleri vardı. Ziraat Bankası hisseleri yabancılara satılmış, banka icra kurulu yabancıların kontrolüne geçmiş durumda. Yabancı yonca tohumuna bir yıl ödemesiz kredi verilirken, yerli tohuma yüksek faizli kredi veriliyor. Yani yabancı kendi malını çiftçimize alayıp pullayıp satıyor. Ziraat Bankası, köylünün ve çiftçinin bankası olmaktan çıkmış durumda. Tarım Kredi Kooperatifleri, kâr amaçlı holdinglere dönüşmüş. TİGEM’in verimli toprakları, tarımla ilgisi olmayanlara ve kripto FETÖ’cülere satılmış. Her şey elden çıkmış durumda. Milli amaca hizmet eden hiçbir kurum kalmamış, hepsi kâr amaçlı holdinglere dönüşmüş.

En önemlisi, Atatürk’ün işaret ettiği “Milletin efendisi köylü” ve “Toroslar’da tüten Yörük çadırları” kalmadı. Ülkemizde köylerde yaşayanların oranı %7’ye düştü. Tarımla uğraşanların nüfusa oranı %4’e indirildi. Tarımla uğraşanların yaş ortalaması ise maalesef 49’dur, yani yaşlıdır. Gençlik köyleri tamamen terk etmiş durumda. 1939’dan günümüze gelen iktidarlar, Hitler’in korktuğu, Atatürk’ün “Yörük çadırı” diye övündüğü stratejik Türk gücünü kendi ellerimizle verdikleri oylarla yok etti, edilmesine göz yumduk. Yaşlanan nüfus, boşalan köyler, tarımda dışa bağımlı hale gelişimiz ve gençliğin köyleri terk etmesi artık bir milli güvenlik sorunudur.

Sayın Cumhurbaşkanı, Türkiye’nin nüfus ve deprem tehdidiyle karşı karşıya olduğunu nihayet söyledi. Bu sevindirici, doğru bir açıklamadır. Ancak sorunların çözümü için bir yol haritası gereklidir. Deprem için Amerika’nın lazerle deprem oluşturduğu iddia edilen HAARP gemisini kontrol altına almak gerekir (bu iddialar spekülatif olup bilimsel kanıt gerektirir).

En önemlisi, azalan nüfusun sebebi şehirleşme politikasıdır. Kadınların çalışmak zorunda kalması nedeniyle doğurmadıkları görülmektedir. Çocuk, kırsalda zenginliktir; şehirde masraftır. İnsan gücü kırsalda, tarımda gereklidir. O zaman köye dönüşler ve gençliğin istihdamı için politik çıkar beklentilerinden uzak, çiftçilerden oluşan milli bir çalışma grubu kurulmalıdır. Bu grup, her yönüyle sürdürülebilir, sağlıklı projeler üretmelidir. Projeler masa başında üretilen türden olmamalıdır.

Tarımda çözüm olarak görülen arazi toplulaştırması, yanlış bir uygulamadır. Bu araziler belirsiz şirketlere verilecektir. Bu şirketler de çok kazanma hırsıyla topraklarımıza gübre adı altında zehirler saçacaklardır. Bunları denetleyemeyeceksiniz. Toprak sahibi aile fertlerinden birini esas alan, prototip küçük çiftçi modelleri teşvik edilmelidir. Küçük olmadan büyük olmaz. Böylece kırsaldaki insan gücü ihtiyacı giderilir, istihdam oluşur ve Türkiye kendi ürettiğini yemeye başlar.

Son yirmi yılda tarımda ve şehirleşmede yapılan yanlış politikaların düzeltilmesi şarttır. Deprem felaketine uğrayan köy kökenli aileler köylerinde istihdam edilmeliydi. TOKİ’nin beton yığını evleri kademeli olarak yapılabilirdi.

Sayın Cumhurbaşkanım, bugün yaptığınız nüfus ve deprem tedbiri açıklamanız umut verici. Ancak yanlış yol ne kadar uzarsa dönüş yolculuğu da o kadar uzun olacaktır. Avrupa, Amerika ve Çin’in köylerde yaşayıp tarımla uğraşan nüfus yüzdesine, tarım teknolojilerine ve yaş ortalamasına lütfen bakınız. Büyüme arzusu, büyüklerle kıyaslanarak olur. Bakarsanız, Türkiye kaçırdığı trenin son vagonuna yetişebilir mi bilemem. Bu telafi, görevlendireceğiniz kadrolara bağlıdır.

“Cemaatçi olsun, imam hatipli olsun, liyakate gerek yok” demeye devam edecekseniz hatadan dönüş yolculuğu daha da uzar. Biz göremeyiz, bizim çocuklarımız da göremez.

Sevgili Peker’in dediği gibi, “Bir umut yaşamak.” Belki yazdığım satırlardan istifade eden olur.