Bazı işaretler vardır, sözcüklerin kifayetsiz kaldığı yerde başlar. Öyle bir çizgi, öyle bir kıvrım düşünün ki, sadece bir imza değil; bir çağın estetiğini, bir milletin ruhunu, bir devletin özlemini sırtlanır. Tuğra işte tam da bu yerdedir: Sessizliğin sanatla konuştuğu, kudretin zarafetle buluştuğu noktada.
Osmanlı’nın ihtişamı sadece saray kubbelerinde, çini desenlerinde, miğferlerde ya da mermer sütunlarda aranmaz. O ihtişam, bazen bir fermanın başında ince bir mürekkep lekesinin içinde gizlidir. Hat sanatının o en görkemli anında doğan tuğralar, yalnızca bir padişahın adını değil; bir cihan devletinin ruhunu da şekillendirir. Çünkü tuğra, hem zamanın mühürlenmesi hem de ebediyetin hatırlatılmasıdır.
Orta Asya bozkırlarında at süren ellerin bastığı mühürler, yüzyıllar sonra İstanbul saraylarının şairane hatlarında yeniden can bulur. Selçuklu’nun kudretli damgaları, Osmanlı’da ince bir sülüs çizgisine dönüşür. Sadece bir imza değildir artık; bir bakıştır, bir hissediştir, bir dua ve bir iddiadır: Devlet-i Ebed-müddet.
Her tuğra, padişahın yalnızca ismini taşımaz; onun hayalini, duruşunu, çağını da taşır. Sere’siyle gövdeyi kurar, beyzeleriyle zamanın döngüsünü işler, tuğlarıyla göğe doğru yükselir. Kimine göre harf; kimine göre harften öte bir hatıradır. Kimi zaman bir secde, kimi zaman bir yürüyüştür o çizgiler. Her hattat bir iz bırakır ama her tuğra, aynı zamanda padişahın varlığına şahitlik eder.
Sultan II. Mahmud’un tuğrasındaki “Devlet-i Ebed-müddet” sözü, yalnızca bir temenni değil; tarihe atılmış kalın bir düğümdür. O düğüm çözülmez, çözülmemelidir. Zira tuğra, bir hükümdarın değil, bir medeniyetin iddiasıdır.
Ve şimdi… Günümüzün sanatkârları, eski ustaların izinden yürüyerek bu zarif dili yeniden konuşturuyor. Kimi klasik formda, kimi dijital ekranda. Her biri bir parça geçmiş, bir parça gelecek. Çünkü tuğra, sadece hatıra değil, aynı zamanda istikbaldir. Geçmişin en estetik yankısı, geleceğe bırakılmış bir zarafet mirasıdır.
Tuğrayı bir mühür olarak görmek ona haksızlık etmek olur. O, bir milletin kendini anlatma biçimidir. Sesi olmayan ama her şeyi anlatan bir cümledir. Hatla çizilmiş bir devlet refleksi, sükûtla yazılmış bir medeniyet şiiridir.
Bugün müzelerde camekânların ardında sergilenen o tuğralar, bir zamanlar ellerde titreyen kalemlerle yazıldı. Her kıvrımı bir nefes, her noktası bir niyetle doğdu. Onlara bakarken yalnızca tarihin estetik gözlemlerine değil; aynı zamanda insanın sonsuz anlam arayışına da şahitlik ederiz.
Ve şimdi bize düşen, bu anlamı hatırlamak ve unutturmamaktır. Çünkü her milletin bir sesi vardır. Tuğralar da bizim en zarif sesimizdir.