6 Şubat pazartesi günü yakın tarihimizde eşi benzeri görülmemiş iki büyük depremle sarsıldık. Büyük bir felaket yaşadık. 35 bin vatandaşımızı kaybettik. Kahrolduk, yaralar sarılmaya başlandıysa da depremzedelerle beraber acılar içerisinde yüreğimiz yanıyor.  
Deprem, ülkemizin bir gerçeği, dün nasıl on ilimizi vurdu ise aradan geçen onca güne rağmen artçıları sürüyor. Yarın başka illerimizi de vurmayacağından emin değiliz. Kurtuluşumuz olmayacak depremden, ama tedbir almak, can ve mal kayıplarını azaltmak bizim elimizde. 
Yine “Deprem öldürmez, bina öldürür” sözünü sık sık duyuyoruz. Evet, bina öldürüyor; ancak deprem de hayatımızı etkiliyor, yaşantımızı alt üst ediyor. 
Aslında bizim en büyük sıkıntımız; inşa ettiğimiz binaları güvenli yaşantı için değil de kazanç için yapmamızda yatıyor. En büyük kusurumuz ise bilimin öngördüğü koşullara uymamamız, belirlenmiş standartları ihlal etmemizde saklı.
Ülke genelinde, özellikle 1990’lı yıllarda önce şehirlerimizde sonrada köylerimizde betonlaşma, dolayısıyla inşaat sektörü hız kazandı. Daha önce 60-80’li yıllarda tarlalar üzerindeki gecekondularda yoksul bir hayat yaşayan kişiler, birbirinden etkilenerek süratle evlerini yıktı. Lüks bir hayat hayali ve daha çok kazanma arzusuyla yerine ortalama beşer katlı betonarme binalar yapmaya başladı. Ucuza mal etme telaşıyla kaçak yapıların sayısı git gide arttı. “Müteahhit” adı altında piyasaya giren ehliyetsiz kişilerin marifetiyle denetimden uzak, ruhsatsız, ucuza mâl edilen kalitesiz binalar, ilk depremde yıkılacak konutların arasına karıştı. Kimse de bu gidişata “dur” demedi. 
Uzun zamandır da tarım arazileri imara açılıyor. Tarım arazilerinin imara açılmasına, betonlaştırılmasına kesinlikle izin verilmemelidir. Ovaların imara açılmaması, daha çok dağlık alanların ve orman vasfını yitirmiş bölgelerin imara açılması gerekiyor. Deprem ülkesi olduğumuz bir an bile olsa unutulmaması lazım.
Artan nüfusla beraber büyümeyen şehrimiz yok. Ranta dayalı sağlıksız yapılaşma her kentte çoğalıyor. Teşbihte hata olmazsa bazı insanlarda olduğu gibi kentlerimiz de git gide obezleşiyor. Sonra sorunlarla mücadeleye girişiyoruz. Gerekli önlemleri baştan alsak, güvenli yaşam alanlarını baştan inşa etsek, sağlıklı ve mutlu yaşamı vatandaşlarımıza sunsak daha iyi olmaz mı?
Ne yazık ki, kentleri yönetenler yanlış yönlendiriliyor. Hâlâ geleceğimiz olan tarım alanları imara açılmaya çalışılıyor. “İmar Barışı” ya da “İmar Affı” adı altında imarsız, plansız, ruhsatsız tehlike arz eden yapılar kullanıma açılabiliyor. Ovalarımız kanunlarla korunmasına rağmen, ranta yönelik adımlar atılabiliyor.
Geçtiğimiz yıl Tarım Bakanı Sayın Vahit Kirişçi tarım müdürlerinin hazır bulunduğu bir toplantıda “'Kimse mera ve ovaların imara açılması talebiyle yanıma gelmesin” diyerek uyarılarda bulunmuş, Ziraat Mühendisleri Odası (ZMO) başkanlarından, çiftçilerden ve depreme duyarlı vatandaşlardan Bakan beye destek gelmişti.
Kentlerimizin yeşil alanlara, meydanlara, erişilebilir yaya yollarına, park ve bahçelere, insanlarımızın da temiz havaya, bol oksijene ihtiyacı var. Deprem gerçeğini görmezden gelerek inşaat faaliyetleri alanına dâhil ettiğimiz imara kapalı bölgelerde kendimiz için yaşanabilir şehirler mi inşa ediyoruz, yoksa mezarımızı mı kazıyoruz belli değil. 
Deprem bizim gerçeğimiz, ne zaman geleceği belli değil, ama geldiğinde tedbirsizlik nedeniyle ne yapacağı belli.