Takvimlerin gösterdiği tarihin ilerleyişiyle medeniyetin yükselişinin paralel gerçekleştiği tasavvur edilmiştir hep…

Oysaki tarih boyunca medeniyetler inşa etmiş, medeniyetin öznesi konumundaki insan, medeniyetin varlığına sağladığı katkı kadar onun yıkılmasına da etki etmiştir.(1) 

Bu yüzden medeniyetlerin yükselişinden, ilerlemesinden söz edilebildiği gibi yıkılışından ve gerilemesinden de söz edilebilir.(2)

Yüzyıllar boyunca sürmüş savaşlar ve yıkımlar sonrasında imzalanan anlaşmaların, ortaya çıkan evrensel düzeydeki hak ve hukuk beyannamelerinin, barışı ve ilerlemeyi hedefleyen uluslararası kuruluşların medeniyetleri ortak bir “akıl ve vicdan” çerçevesinde
birleştirdiğini, ileri seviyelere taşıdığını söyleyebiliyor muyuz?

Hızla küçülen, hiçbir bilginin gizli kalması mümkün görünmeyen dünyada hak ihlallerinin zorlaşması gerekirken geçmişe göre daha kolay hale gelmesinin oluşturduğu tezat durumu yeterince sorguluyor muyuz veya “sorgulayabiliyor muyuz?”

Tarih derslerinde geçmiş medeniyetlere özgü, şu bahsi geçen: iki güçlü devlet arasındaki tampon devletin yıkılmasıyla “sınır” komşusu olan devletlerin kaçınılmaz savaş hali…

Ve şimdilerde, dünyanın diğer ucundan gelip, “sınırımıza” yerleşen, silahlanan, hukuksuzca bizi yok sayan üstelik “sen benim için tehditsin” suçlamasında bulunabilen devletlerin savaş tahriklerinden kaçınma hali...

Bütün dünyanın onayladığı bağımsızlık savaşımız sonrası atılan imzaların hiçbir bağlayıcılığı yoksa, uluslararası hukuk mekanizmaları “sınırları” tanımayan güçlerden hesap soramıyorsa şayet; barbarlığın, yamyamlığın ilk çağlara özgü bir şey olmadığını kabul etmek gerekir.

Geçmişte “yamyam” dedikleri, var olmak mücadelesi adına, toprağın üstündekileri tüketmekle yetinebiliyordu. Toprağın ve denizin altındakilerin, hatta gökyüzünün yağmalanması, güneş enerjisi dahil, “insan dahil”, her türlü enerjiyi kontrol altında tutma sapkınlığı ise, var olma mücadelesi adına yapılanları bile masum kılan, şimdiki zamanın asla yetinmek bilmeyen sömürme hırsıydı.

Gelişmiş teknolojilere rağmen insanların açlıktan öldüğü, susuzluğun tehdit olduğu, salgın hastalıkların önlenemediği bir çağda, bütün icatlar, henüz doğmamış çocuklara ait enerji potansiyellerinin kimde, nerde varsa nasıl “çalınabileceği” üzerine tasarlanacaktı elbette… 

Ve elbette; kendi medeniyetine ait olmayan ne varsa “geri kalmış” kabul eden ve kabul ettirenlerin en ironik sahtekârlığı: tüm dünyaya “ilk insanı” ilkel ve mağarada imgeletmesiydi. 

“Öğrenme” yetisinisadece yapıldığı söylenen deneylerin sonuçlarından ibaret sayanlar, kendisine eşyanın hikmeti verilmiş olan “ilk insanın” aydınlığı karşısında mağaradaki yarasaydı, ancak, yeryüzüne kötülük “bulaştıran”.

İçinde bulunduğumuz zaman diliminin bize yaşattıklarından sonra, geçmişe ait öğretilenler başta olmak üzere, öğretilmiş veya öğretilmek istenen ne varsa daha fazla sorgulanmaya muhtaç olduğunu düşünüyorum kendi adıma… 

Binlerce yıllık medeniyetleri barbarlıkla yok etme güdüleri geçmiştekinden daha yüksek olan modern zaman yamyamlarının geleceğe dair her şeyi “hesaplaya-ma-yacağını”, her türlü kuşatmaya rağmen bizi “öğretilmiş çaresizlik” ile işgal edemeyeceğini ümit etmek istiyorum.

1 Demircioğlu,Aytekin, “İbni Haldun’un İnsan Düşüncesi ve Medeniyet Algısı”, Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi,2013.

2 A.g.e.