Kimi vedalar, kelimelere sığmaz. Bazı suskunluklar, haykırışlardan daha derin izler bırakır. Gazze’nin çoraklaşmış sokaklarında, bir baba, oğlunun cansız bedenine doğru eğildiğinde sadece bir evladını değil, bir neslin umutlarını, çocukluğun masumiyetini ve insanlığın onurunu da yere düşürdüğünü hisseder. Bu an, politik dilin yetersizliğini, hukukun suskunluğunu ve dünyanın adaletle olan bağının ne denli kopuk olduğunu gözler önüne serer.

Söz konusu baba, artık oğlunun yüzüne değil, toprağa gömülmüş bir çağın aynasına bakmaktadır. Küçük bir bedenin üzerinden kalkan toz, yalnızca yıkıntıların değil, ihmalin, suskunluğun ve terk edilmişliğin de tortusudur.

O an o baba, gözleriyle değil, kalbiyle görür: Hatırladığı ilk gülüşü, titreyen elleriyle tuttuğu kalemi, okul yolunda sallanan çantasını… Ve şimdi, elleriyle değil, kalbindeki sancısıyla sarılır oğluna. Çünkü bazı kayıplar, zamana değil, zalime kaybedilir.

Vedanın en ağır biçimi, kelimelerin kifayetsiz kaldığı o son bakıştır. Ne felsefî izahlar, ne psikolojik teselliler bu derin boşluğu tam anlamıyla doldurabilir. Hüzün burada yalnızca bir duygu değil, varlığın özüyle çarpıştığı andır. Kalpte açılan yara zamanla kabuk bağlasa da, adı anıldığında yeniden kanar.

Gazze’de ölen her çocuk, yalnızca bir hayatın değil, bir kültürün, bir dilin, bir hafızanın da ölümüdür.

Baba-oğul arasındaki bu son temas, aslında medeniyetin kendi vicdanıyla kurduğu son bağlantıdır. Zira çocukların toprağa verildiği bir yerde, insanlık henüz dirilmemiş demektir.

Kur'an’da Hz. Yakub’un Yusuf’u kaybettiğinde sarf ettiği şu cümlenin yaşayan tefsiri gibidir: "Sabır en güzeldir." Ancak burada sabır, edilgen bir bekleyiş değil, direnişin kalbinde atmakta olan ilahi tevekkül ve zulme karşı iffetli bir duruş hâlidir. Oğlunun kanlı elbiseleri arasında umut arayan bu adam, sadece bir baba değil; aynı zamanda tanıklığın, şahitliğin ve mazlumiyetin sembolüdür.

Gazze’li bu babanın vedası, yalnızca kişisel bir yas değil; küresel ahlakın aynasına düşen en gerçek kırık yansımadır. Bu an, insanlığın suskunluğu kadar suçunu da ifşa eder. Ve belki de bu yüzden, en çok orada, yani bir babanın oğluna sarılamadığı anda dünya, kendi sessizliğinden utanmalıdır. Bu görüntüyü izleyen herkes utanmalıdır, hepimiz utanmalıyız.

Ölümle olan veda, aslında susarak bağırmaktır. Hayatta kalan için, her gün biraz daha eksilmek; giden içinse, sessizliğin sonsuzluğuna doğru yürüyüştür. İşte bu yüzden ölüm, en zor vedadır; çünkü her cümle eksik, her duruş yarımdır. Ve insan, o yarım cümlelerde tamamlanamamış, parçalanmış kelimeler gibi kalır…

Ölümle veda, kelimelerin boğazda düğümlendiği, gözyaşının içe aktığı, insanın kalbinden bir parçasını söküp toprağa bıraktığı andır. Bu, yalnızca bir ayrılık değil; bir zamanın çöküşü, bir sesin sonsuza dek susuşudur. Hangi cümle, son nefeste gözlerine bakan o bakışı taşıyabilir? Hangi harf, teni soğuyan bir elin artık tutamayacağını anlatabilir?

Vedaların en sessizi, ama en çok haykıranı budur: Ölümle olan… Çünkü artık hiçbir şey düzelmeyecek, hiçbir pişmanlık telafiye dönüşmeyecek. En çok da o söyleyemediklerin kavurur insanı. "Keşke" demek bile fazla gelir; çünkü ölüme karşı cümle tamamlamak, göğe yazı yazmak gibidir: uçar gider.

Ölüm, geride kalan için bir yaşam boyu sürecek yanık gibidir. Her kahkaha biraz eksik, her gece biraz daha soğuktur. Hüzün burada daha yakıcıdır; iliklere kadar işleyen, içe içe çürüyen bir yangın… Ve insan, toprağa konulanla birlikte sessizce biraz daha gömülür hayata.

Bu vedaların acısı kişiden kişiye değişir elbet, hatta kimilerinin içinden de bir şeyleri yıkmadan geçmez. O kadar ki sinesinde kırgınlık örülüdür; çünkü zaman varken hayatın koşuşturmasından belki de çok sarılamadığı, doyasıya sohbet edemediği, göz bebeklerine dakikalarca bakamadığı, özür dileyemediği, affetmediği ne varsa, hepsi birden çöker yüreğine. Ardında kalan sessizlik, sadece bir yokluğun değil, bir türlü kurulamamış cümlenin, yutulmuş kelimenin, gecikmiş sevginin ağırlığıdır belki de…

"Gitme" bile diyemediğin bir anın içinde kalırsın. Gözlerin dolu ama çaresiz, ellerin boş ama titrek. Giden artık duyamaz; sen ise her gün içinden bir şey eksilerek yaşarsın.

Ne yas gerçek anlamda başlar ne de acı tamamlanır. Ölümle gerçekleşmiş veda, içinde "keşke"ler taşıyan bir tür sessiz hesaplaşmadır.

Kırgınsındır… Belki ona değil, ama zamana, ihmale, sustuğun kendine. En çok da içindeki eksik vedaya. Çünkü bazı insanlar gider, ama onları hiç uğurlayamazsın. Ve bu kırgınlık, bir ömür boyu seninle kalır.

Bazı vedalar, insanın ruhunu yavaşça alır da bedenini hayatta bırakır. Ölümle olan veda, işte tam da böyle bir yıkımdır. Ne bir söz ne bir dokunuş ne bir feryat… Hiçbiri geri getirmez gidenin adını. Sadece bakarsın; gözlerin açık, ellerin uzanmış… Ama zaman artık senin tarafında değildir.

Çaresizlik, tam da burada başlar. İstersin ki zaman geri aksın, bir kelime daha söyleyebilesin, bir kez daha sarılabilesin… Ama hayat buna izin vermez. Takdir-i İlahi’nin kaleminden dökülen mürekkep artık kurumuştur. Ölüm, asla açılmayacak bir kapı gibi kapanır yüzüne.

Her şey donakalır: duvarlar, saatler, sen. Kalabalıklar konuşur ama senin içinde sadece derin bir boşluk yankılanır. Biçareliğin sesi duyulmaz ama ağırdır; içine çöker, nefesini ezer. Ve o andan sonra, yaşamak denilen şey sadece katlanmaktır. Çünkü artık hiçbir dua, hiçbir çığlık, hiçbir gözyaşı… Onu geri getiremez.

Gazze’li Babanın yerine kendini koyabilir misin birkaç dakika… Hemen başlarsın ‘Allah korusun’ naralarına! Bu mudur baba olabilmek… Bu mudur insan olabilmek…

Bazı kayıplar vardır ki, üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin, insanın içinde bir daha hiçbir şey eski yerine oturmaz. Ölümle olan veda, işte böyle bir kırılmadır, hayatın omurgası çatlar, içten içe çöker insan. Gidenle birlikte sadece bir insan değil, bir dünya yıkılır. Ve o dünya tekrar kurulsa da soğuk ve eksik kurulur. Çok mu basite alınır insanın ölümü, hiç mi bilinmez yaşamın değeri…Nedir bu, evinde kullanıp attığın eşya mı, ki eşyalarına tapan binleri tanıyorum…Şimdi diyorsun ‘’ amma da uzattın, kalbini bilen, dilini anlar. Fazla kelam harflere zulüm be Derya!’’ Fakat ben kalbimle konuşuyorum, sen kulağınla yargılıyorsun. Kalbimi anlamayanın dilime hükmü olmaz.

İnsan, kaybedince anlar: bazı vedalar telafiye değil, çürümeye açılır. Ne hatıralar ilaç olur, ne sözler teselli. Sadece büyüyen bir boşluk kalır geriye. Derin, sessiz, dipsiz…

Ölümle olan veda, kalpte ömür boyu açık kalan bir yara gibidir. Kabuk bağlamaz, iz bırakmaz; çünkü o yara, artık senin bir parçandır. Yaşarsın… ama eksik. Konuşursun… ama hep sustuğun bir yerle birlikte. Ve o sustukça, senin içindeki onarılmazlık büyür.

Onarılmaz olan şey sadece yokluk değildir; sesinin bir daha duyulmayacağını bilmek, adının bir daha cevap vermeyecek bir boşluğa savrulmasıdır. O’nsuz ilk sabah, ilk akşam, ilk sessizlik... Her biri, yeni bir eksikliktir. Artık hiçbir şey tamamlanmaz, hiçbir şey yetmez, hiçbir şey yerine geçmez.

Indir (1)-6