Bir Feryadın Ma’nâsı: Görüntüden Hakikate Yolculuk

‘’Bizi çekmenize gerek yok, biz dünya için bir içerik değiliz, biz dünyanın en onurlu insanlarıyız, Filistin’li küçük bir çocuk bile o büyük Arap liderlerinden daha iyidir. Daha fazla bizi çekmeyin, bizim yanımızda Allah var! Bütün dünya Yahudilerin yanında, fakat bizim yanımızda Allah cc. var. Tüm kapılar Siyonistlere açılıyor, Filistinlilere kapatılıyor, ama bize Allah’ın kapısı açık ZAFER BİZİMDİR! Hiç kimsenin yardımını istemiyoruz, ALLAH BİZİMLE! Allah Kur’an-ı Kerim’de buyuruyor ki: ‘Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele! (156). ‘’

Azametin ve faziletin cisim bulmuş hali olan bu cümleler Filistinli Müslüman bir hanımefendinin hem dini akîdesini hem de ahlaki itibar ve onurunu tüm şeffaflığıyla ortaya koyan güçlü bir inanç ve teslimiyet bildirisi ve bir izzet nidâsıdır.

Bu söz, çağımızın en çarpıcı hakikatlerinden birine temas eder: Acının teşhire, sabrın tüketime dönüştüğü bir çağda, Filistinli mazlumların sesi, sadece vicdan değil, aynı zamanda imandır. Bir annenin dilinden dökülen bu sözler, yeryüzünde kırılan onurun değil; semaya yükselen teslimiyetin ve sadakatin ifadesidir.

“Biz dünyanın en onurlu insanlarıyız” diyen bir halk, işgal altındaki topraklarında bir milletin değil, bir ümmetin şerefini taşıdığını hatırlatır. Filistinli çocukların ellerindeki taşlar, sadece toprağı değil, ilâhî adaleti savunan bir iradenin simgesidir. Küçücük yüreklerde taşıdıkları cesaret, koltuklara yaslanmış suskun ve zalim liderlerin karşısında bir kıyamdır.

“Bizi çekmenize gerek yok, biz dünya için bir içerik değiliz.”

“Dünya onların yanında ama bizim yanımızda Allah var” sözü, İslam akîdesinin temel taşı olan tevhîd inancının sahada, kurşunların ve tankların gölgesinde tecellî ettiğini gösterir. Allah’ın yardımını insanlardan önce bilmek, kapıların kapandığı bir zamanda “Allah’ın kapısının açık” olduğuna iman etmek; işte bu, “tevekkül” makamına erişmiş yüce kalplerin kelamlarıdır.

Kur’ân-ı Kerîm’in Bakara Sûresi 155. ayetinde bildirilen "Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!" hitabı, Filistin’de her gün yaşanmaktadır. Bu ayet artık bir sayfa değil, bir sokakta, bir annenin kucağında can veren çocuğun alnında, bir duvar yazısında, bir ezan vaktinde okunmaktadır. Ve her okunuşunda, zaferin toprağa değil; sabra, inanca ve izzete ait olduğu bir kez daha duyurulmaktadır. Galibiyet ancak imanladır.

Bu feryat, sadece bir annenin değil, bir ümmetin imtihanıdır. Ancak bu ümmetin içinden çıkan o küçük çocuk, tekbir getirirken, elindeki taşla yalnızca düşmana değil, tarihe, zillete ve ümmetin suskunluğuna karşı da direnmeye devam etmektedir. Çünkü o bilir: Yalnızsan değil, Allah cc ile beraber isen teksin; ama bütün dünya seninle olsa da Allah’tan uzaksan hiçsin.

Ne ehemmiyetin var! Kulluğun özünü teşkil eden imandır, ihlastır, takvâdır. Âyet-i kerîmede: “Allah katında en şerefliniz, Allah’a karşı saygısı, korkusu ve O’nun yasaklarından kaçınıp emirlerine itaati en yüksek olanınızdır” (Hucurât 49/13) "De ki; Eğer duanız olmasa Rabbimin katında ne ehemmiyetiniz var." (Furkan Suresi, 77) Fakat ilâhî hakikatleri, Peygamberin davetini ve Kur’an’ın ikaz ve irşatlarını yalan sayıp, bunlara sırt çevirenler ebedî hüsrana uğrayacaklardır. Azap onların yakasını bırakmayacaktır.

Filistinli Hanım kardeşimin videosuna denk geldiğimde, kelimelerin çaresiz kalacağı bir hüzne giriftar oldum. Bu yüce haykırış derûnumda fırtınalara neden olmuştu. Defaatle izledim, hem de göğsüm kabara kabara, Mü’min bir bacımın sesi yüreğimin içinde yankı bulmuştu ve göz yaşlarıma hâkim olamadım. Yalnızca bir annenin feryadı değil, aynı zamanda bir medeniyet eleştirisiydi.

Bu ses bu yükseliş, Batı merkezli epistemolojinin, Doğu’nun acısını egzotikleştirme eğilimine bir başkaldırıdır. Filistin halkı, sömürgeci anlatıların nesnesi değil; direnişin ve varoluşun öznesidir. Aynı zamanda yeryüzüne bir ahlâk dersi sunar: "Görmek başka, bilmek başka; hissetmek ise bambaşka." Kurbanlaştırılmaya karşı gösterilen bu tepki, özneleşmenin bir tezahürüdür. Bu güzel anne, acısını teşhir ederek değil; onuruyla sararak savunmaktaydı. O, kameralara değil, adalete seslenmekteydi.

Filistinli bu Erdem sahibi anne, dünya kamuoyuna şu soruyu yöneltmektedir: "İzlediğiniz biz miyiz, yoksa kendi vicdanınız mı?" Ve cevabı bellidir: İnsanlık, kendi vicdanını tüketmektedir. Bu nedenle, "biz dünya için içerik değiliz" ifadesi hem bir reddiye hem de insanlık onuruna dair son kalan hatırlatmadır.

Görülenin ardındaki hissin önemsizleştiği, ölümün sıradanlaştığı bir dünyada, Filistinli haysiyet sahibi bu annenin sözü hem bir başkaldırıdır hem de insan şerefinin ayakta kalan son kalesidir. Çünkü onun davasını savunuşu bir "hikâye" değil; bir can, bir nefes, bir ümmetin umududur. O anne, sessizliğe mahkûm edilen hakikatin en gür sesiyle feryat eder: "Seyretmeyin, hissedin!"

Bu haykırış, İslâm düşüncesinin insanı yeryüzünde şeref sahibi bir halife olarak tanımlayan ontolojisiyle de birebir örtüşmekte değil mi? “Andolsun, biz insanı en güzel biçimde yarattık” (Tîn, 95/4) ayeti, insanın varlık hiyerarşisindeki değerini bildirirken; bu değerin kameralar karşısında tüketilen bir nesne değil, Allah’ın yeryüzündeki şahidi olduğunu hatırlatır. Bu bağlamda Filistinli bu güzeller güzeli annenin sesi, bir annenin çığlığından çok daha fazlasıdır: O, insanlığın unuttuğu asli kimliğe yapılan çağrıyı yapıyor. ‘’bizler insan olarak yaratıldık, insanız! ‘’ Bu dehşet engiz hâdiseye, kapınızın önünde beslediğiniz hayvanlarınıza gösterdiğiniz merhamet kadar da mı kıymet vermeniz yoktu? İnsan insanı korumuyor ve ona sahip çıkamıyorsa şerefli kimliğini yırtmalıydı ya aklını başına almalıydı ya da aklını başından çıkarıp atmalıydı.’’

Bu çağrı, ‘’bizi kahramanlaştırmayın bizim insanca yaşamamıza olanak sağlayın’’ diyen vicdani bir serzenişti. O, merhameti arayan kameralara değil; adaleti sorgulayan kalplere seslenmekteydi. "Bizi gördünüz mü, yoksa sadece izlediniz mi?" Ve cevabı, hâlâ gözyaşının toprağa düştüğü yerde gizlidir.

Mevlânâ der ki: “Sen surete değil, cana bak! Suret herkeste var ama can bir başka bahardır.” Filistinli annenin sözü, işte o baharın susuz kalmış toprağına düşen rahmet gibidir. O, acıyı teşhir etmiyor, sabrı sükûtla örüyor… Bu mukaddes annenin gözyaşı, sabırla yoğrulmuş bir tevekkülün nişanesidir. O, sabrın Hz. Yakub’ca teslimiyetin, Hz. İsmail’ce hüznün ve Hz. Hacer’ce yaşandığı bir varlık hâlidir. Böyle bir sabır, neyin görüntüsüdür ki içerik olsun? O, ilâhî rızâya ermiş kalplerin sessiz sultanlığıdır.