Avrupa uygarlığı, yüzyıllardır “medeniyet”, “ilerleme”, “insan hakları” gibi parlak kavramlarla anıldı. Oysa bu kavramların gölgesinde yükselen bir başka temel daha vardı: şiddet. Evet, Avrupa’nın görünmeyen ama kurucu tanrısı, kutsanmış bir ilah gibi her yapının temelinde yer alan ilke: şiddet.

Cemil Meriç, Batı felsefesini sorgularken bu çelişkinin altını sarsıcı bir ifadeyle çizer:

“Çağdaş Avrupa’nın en ‘insancı’ filozoflarına bir göz atın, hepsi şiddete âşık.”

Bu, yalnızca kaba kuvveti değil, bir dünya görüşünü, bir kültürel programı, bir şiddet kültünü anlatır. İnsanı yücelttiğini söyleyen bir uygarlık, aslında sürekli savaş üretmiş, işgal etmiş, sömürmüş ve sonunda şiddeti haklı çıkaracak bir ahlâk geliştirmiştir.

Antik Yunan’dan başlayalım. İlyada bir destan değil, bir savaş senfonisidir. Troya’nın yıkımı, kahramanlık olarak kutsanır. İskandinav ve Germen mitolojileri kılıç, kan ve intikam üzerine kuruludur. Machiavelli “mecbur kalınca kuvvet haktır” diyerek siyasetin şiddetle meşrulaştırılmasını bir prensibe dönüştürür. Hobbes’un devlet anlayışı, “herkesin herkesle savaşı” fikrinden doğar.

Yani Batı, sadece fiziksel değil, zihinsel olarak da şiddeti kutsamış bir medeniyettir. Bu kültürde şiddet ya “ilerleme” adına işlenir, ya da “son kavga” olarak sunulur. Her savaş “daha iyi bir dünya” için yapılır. Ama o “daha iyi dünya” bir türlü gelmez. Çünkü her barış, yeni bir savaşın perdesidir.
Meriç bu noktada der ki:

“Şiddeti yok eden şiddet, yalanların en alçakçası değilse vecihlerin en şâiranesidir.”

Bugün Irak’ın haritasına bakın. 2003’te “demokrasi getirmek” bahanesiyle işgal edilen bir ülke… Yüz binlerce sivil öldü, şehirler yok oldu, medeniyetin beşiği bir enkaza dönüştü. Peki soralım: Demokrasi geldi mi? Hayır. Ama Batı için mesele bu değil. Önemli olan kendi çıkarları adına “kontrol edilebilir kaos” yaratmaktı.

Suriye benzer bir yıkımın başka bir versiyonu. İç savaşın gölgesinde, küresel güçlerin laboratuvarına dönen bir ülke… Yüzbinlerce çocuk yetim, milyonlarca insan sürgün. Kimyasal silahlar, vekâlet savaşları… Herkes konuşuyor ama kimse susan çocukların sesini duymuyor. Çünkü çağın egemen kulakları yalnızca petrolün ve stratejik çıkarların uğultusunu işitiyor.

Gazze’de yaşananlar, insanlık vicdanının en ağır sınavıdır. Modern çağda canlı yayınla soykırım izliyoruz. Hastaneler, okullar, ibadethaneler bombalanıyor; bir halk topluca yok edilmek isteniyor. Ve sözüm ona “uygar dünya”, “insan hakları şampiyonları” susuyor. Daha doğrusu seçici duyarlılıkla bazı ölümleri görüp bazılarını yok sayıyor. Çünkü Batı için Filistinli bir çocuk, Avrupa merkezli hak anlayışına dâhil değildir.

Ve bugün İran, yine “şüphe”, “tehdit”, “önleyici müdahale” gibi söylemlerle hedef tahtasında. Tahran’ın göğünde uçuşan füzeler, aslında Batı’nın iç dünyasındaki korkunun ve yayılmacılığın bir izdüşümüdür. Şiddet, Batı’nın güvenlik refleksi değil; varoluş alışkanlığı hâline gelmiştir.

Elbette şiddet yalnız Batı’ya mahsus değildir. Ama Batı şiddeti sistemleştirmiş, akıl yoluyla meşrulaştırmış, ahlâkla cilalamış ve sonra da insanlığa “evrensel değer” olarak sunmuştur. Bu yüzden Meriç haklıdır:

“Şiddet, Avrupa’nın tanrısıdır.”

Bugün modern dünyanın krizleri, göçmen trajedileri, savaş endüstrileri, yapay zekâlı savaş makineleri, hep bu zihinsel mirasın devamıdır. Belki artık Yunan zırhı giymiyoruz, ama hâlâ Prometheus’un kibriyle ateşi tanrılardan çalıp dünyayı yakıyoruz.

Öyleyse şimdi sormak gerek:
İnsanlık, gerçekten ilerliyor mu? Yoksa şiddeti sadece rafine mi ediyor?

Ve biz?
Doğu’nun merhamet merkezli medeniyet tasavvurunu yeniden hatırlamak, şiddeti değil adaleti büyütmek zorundayız. Çünkü barışın dili kılıçla değil, kalple yazılır.