Yufkanın kokusu, keşkeğin dumanı, okulların sesiyle yeniden doğan bir şehir…

Bazen bir şehir haritada küçük görünür; ama yürekte koskocaman bir yer kaplar.
İşte Sinop, o şehirlerden biridir.
Kimi onu sadece Karadeniz’in kuzey ucunda küçük bir liman olarak tanır.
Kimi ise, kıyıya vurmuş bir dalga gibi sabırlı, derin, kendi hâlinde yaşayan bir sessizlik bilir.

Ama ben Sinop’u yalnızca kıyısından değil, içinden tanıyorum.
Bir köy okulunun tahtasından, bir yayla sabahının serinliğinden, taş evlerin duvarındaki çatlağa sinmiş geçmişten tanıyorum.
Ve o yüzden biliyorum: Sinop’un asıl zenginliği gözle değil, gönülle görülür.

Bugün Türkiye’nin dört bir yanı turizmde marka olma yarışında.
Oysa Sinop, kalabalıkların değil; arayanların, yavaşlamayı bilenlerin şehri…
Gürültüyle değil, sükûnetle; gösterişle değil, hikâyeyle var olmayı seçiyor.

Ayancık’ın yaylaları, Durağan’ın boşalmış köy evleri, Boyabat’ın kaya mezarları, Gerze’nin denizle uyuyan sokakları, Türkeli’nin orman içi patikaları, Erfelek’in coşan şelaleleri…
Her biri bir başka sinema sahnesi gibi.
Ama burada filmler değil, hayat çekiliyor.

Sinop’un merkezinde tarihle iç içe yürürsünüz. Cezaevi duvarları size sadece bir dönemi değil, içli bir şiiri de fısıldar. Akliman’da denizle gökyüzü el sıkışır. Hamsilos’ta zaman bile kenara çekilir.

Boyabat’ta tarih kalenin taşlarında yankılanır. Çarşısında asırlık esnaf, bir el dokunuşuyla bir asır öncesinden selam gönderir.
Durağan’ın terkedilmiş köy evleri sessizdir ama hâlâ sıcaktır.
Gerze, sadece deniz kokusu değil, eski bir dostluk gibi yaklaşır size.
Erfelek’in şelaleleri ise sanki çocukluk hatıralarını üzerinize serper.
Türkeli’de yürürken ağaçların arasından sızan ışık değil, bir köy ninesinin duası gibi düşer omuzlarınıza.

Ama sadece doğa ve tarih değil…
Sinop’un bir de sofrası vardır: yavaş pişen, derin lezzetler taşıyan…

Tadı Kalan Şehir: Sinop’un Sofrası

Bu şehirde yemek, yalnızca karın doyurmak değildir.
Bir kültürü, bir aileyi, bir geçmişi paylaşmaktır.
Sinop’un mutfağında tirit vardır mesela…
Bayat yufkayla başlayan ama damakta şölenle biten bir hikâye.
Köy yoğurdu ile harmanlanır, kemik suyuyla derinleşir.

Ve o meşhur köy ekmeği, aslında sac üzerinde yapılan yufkadır.
İncecik açılır, büyükçe bir saçta tek tek çevrilerek pişirilir.
Kurutulur, üst üste dizilir, aylarca dayanır.
İhtiyaç olduğunda suyla ıslatılır, yeniden can bulur.
Tandır değil, sac; maya değil, ustalık ister.
Bu yüzden her yufkanın kokusunda bir annenin emeği, bir ninenin duası vardır.

Köy yumurtası, gerçek sarısıyla sabaha güneş olur.
Köy sütüyle mayalanan yoğurt, ayran, kefir;
Köpüğü bol, mideye değil, ruha serinlik verir.

Ve sonra, sacda pişen gözleme girer devreye…
İçine ot, peynir, patates ya da kıyma konur ama içine ne konursa konsun,
dışı hep doğallıkla sarılır.
Çocukların sabırsızca beklediği, ninelerin sabırla çevirdiği bir lezzettir gözleme.

Bolluk Aşı: Baharın Sofrası, Göçün Geri Dönüşü

Bayram sofralarında ise başka bir hava eser:
Evlerde kazanlar kurulur, imece başlar.
Köy meydanında kurulan sofraların baş tacı bolluk aşıdır.
Bu yemek, yalnızca karın değil, köyün hafızasını da doyurur.

Aslında bolluk aşı, baharın gelişini karşılamak için doğmuş bir gelenektir.
Toprak uyanırken, sofralar da canlanır.
Her evden bir katkıyla kaynatılan bu yemek,
baharı karşılamanın, bereketi selamlamanın sembolüdür.

Ve o günler geldiğinde,
göçle büyükşehirlere gitmiş insanlar da memleket yollarına düşer.
İstanbul’dan, Ankara’dan, Samsun’dan…
Bir tabak bolluk aşı için değil,
bir bahar soluğu, bir baba ocağı, bir köy anısı için dönerler.

Çünkü bolluk aşı bahanedir;
asıl olan, kökle yeniden buluşmaktır.

Kazanın başında sadece buğday değil;
hasret, anılar ve yeniden doğan umutlar da karışır.

Keşkek: Bir Kazanda Kaynayan Hatıralar

Ve elbette keşkek…
Sinop’un sofralarında sadece bir yemek değil, bir gelenektir.
Bayramlarda, düğünlerde, köy hayırlarında kazanlar kurulur, sabırla pişirilir.
Ama asıl pişen, buğdayla et değil; birlikte olmanın kıymetidir.

Sinop’un köylerinde hâlâ keşkek kazanının başında dua edilir.
Tahta kaşıkla saatlerce dövülen buğday,
birlikteliği, emeği ve bereketi yoğurur.
Her kepçede bir neslin hatırası, bir köyün sesi vardır.

Keşkek kazanı kaynadıkça, sadece mideler değil;
hatıralar da doyurulur.
Dumanı yalnızca ocaktan değil;
köylerin ruhundan, geçmişin içinden yükselir.

İşte o yüzden Sinop’un turizm hikâyesinde keşkek de yer almalı.
Gelen her misafir, bir otel odasında değil;
bir köy meydanında kaynayan bir kazanın çevresinde ağırlanmalı.

Çünkü keşkek, sadece yenilen değil, yaşanandır.

Sessiz Tahtalar, Açılmayı Bekleyen Kapılar

Ve bir şey daha var bu şehirde…
Sesi kısılan ama hafızası yaşayan köy okulları.
Duvarları çatlamış, bahçesi ot basmış ama içi hâlâ sıcak.
O okullar bir zamanlar çocukların gülümsediği, öğretmenlerin idealler kurduğu yerlerdi.

Şimdi neden bir doğa kampına dönüşmesin?
Neden bir yazarlar evi, sanat atölyesi, çocuk yaz kampı olmasın?
Neden gençler yeniden oralarda toprağa, kaleme, kitaba dokunmasın?

Köy okullarının yeniden hayat bulması, sadece bir binanın değil,
bir belleğin, bir geleceğin de ayağa kalkmasıdır.

Sinop’un kalkınma hikâyesi büyük yatırımlarla değil;
bu küçük ama derin dokunuşlarla yazılır.

Bir köy evinin ışığı yanarsa, bir okul kapısı açılırsa,
bir kazan keşkek kaynarsa,
işte o zaman Sinop haritada değil, kalplerde yeniden yer bulur.

Çünkü bu şehir, gösterişli olmadan güzeldir.
Ve biz güzelliği gösteriyle değil, gönülle görenlerden olursak…
Sinop, sadece geçmişin değil; geleceğin de adı olur.

Durmuş ÇELİKTEN
Eğitimci-Yazar