Batı’yı kutsayan, Doğu’yu küçümseyen bir düşünce kalıbı… Adını Montesquieu koydu, gölgesini aydınlarımızda buldu. “Doğu despotizmi” dediler adına: Akıl dışı, keyfî, geri bir yönetim biçimi… Elbette işin ucunda Osmanlı da vardı. Akla, hukuka, hakka değil, buyruğa dayanan bir rejimmiş sözde. Ve Batılı müellifler, kendilerine bu ezberi papağan gibi tekrarlayacak Doğulu zihinler aradılar. Ne yazık ki buldular da.

Montesquieu’nün Kanunların Ruhu adlı eserinde, Osmanlı’ya, İran’a, Çin’e, Hint’e aynı tasnifle yaklaşılır. Aynı sepete atılırlar. Düşünmez ki bu toplumların kendi tarihi, kendi kültürü, kendi iç disiplini vardır. Oysa Batı için, Doğu hep “öteki”dir; ne kadar karalanırsa, Batı o kadar parlar.

Asıl sorun, bu “aydın” ithalatçılığını sorgulamayan bizlerde. Cemil Meriç’in dediği gibi, Doğu’yu tanımadan, içine doğmadan, acısını hissetmeden yazılmış satırları alıp “kutsal kitap” gibi okuduk yıllarca. Hangi coğrafyanın neyi yaşadığını değil, kimin gözlükleriyle gördüğümüzü tartıştık mı hiç?

Batı’nın kalemleri sadece analiz yapmadı; yargıladı, aşağıladı, mahkûm etti.
“Türkler dünyanın en çirkin ırkıdır.”
“Yahudileri sırtında cehenneme taşıyacak olanlardır.”
“Türkler eşek olacak öbür dünyada.”
Buyurun size medeniyet dili (!)

Bu sözleri yazanlara karşı sustuk. O sözleri taşıyanlara ise hayranlıkla baktık. Cemil Meriç işte tam da burada bağırır: “Bütün kavimlerin en cahili” diye damgalanan milletin çocukları, neden bu sözleri taşıyan kitapları başucuna koyar?

Doğu despotizmi mi dediniz? Despotluk belki vardı ama bir tek kişi de vardı. Batı ise sömürgesiyle birlikte tüm halkları zincire vurdu. Hem aklını çaldı, hem kaynaklarını.

Bugün despotluk tanımı değişti. Despotluk, düşünceyi tek tipleştirmektir. Yalnızca Batı’yı meşru, geri kalanı ya taklitçi ya barbar saymaktır. Despotluk; yerli olanı küçümseyip, ithal olanı kutsamaktır.

Cemil Meriç’in satırları bu yüzden hâlâ diridir:
“Batı yazarlarında ciddiyet ve dürüstlük aramayacak kadar Batı irfanının ajanı olanlar için bu hükümlerin tek orijinal tarafı terbiyesizliktir.”

Şimdi soralım:
Kendi coğrafyasını hor gören bir zihin, hangi geleceği kurabilir?

İşte asıl soru bu: Kendine kör olan, kendini inkâr eden bir toplumun yarını nasıl şekillenir? Kendi medeniyetini, dilini, müziğini, mimarisini, hikâyesini yetersiz bulan bir nesil; başkasının geçmişini giyinmeye çalışır. Ve o elbise hiçbir zaman tam oturmaz.

Despotluk, sadece padişahın buyruğu değildir; Batı merkezli düşüncenin boyunduruğuna girmiş zihnin teslimiyetidir aynı zamanda. Bugün ekranlarda, kürsülerde, gazete köşelerinde, hatta ders kitaplarında hâlâ aynı nakarat: “Bizde özgürlük yoktu, ilerleme yoktu, akıl yoktu.” Peki bu ezberi kim yazdı? Kim buyurdu? Ve daha da önemlisi, biz neden sorgusuz kabullendik?

Cemil Meriç’in Bu Ülke’sinde sorduğu sorular hâlâ tazedir:

“Kimin gözlüğüyle görüyoruz? Kimin diliyle konuşuyoruz? Hangi akılla düşünüyoruz?”

Bir milleti sömürmenin iki yolu vardır: Ya toprağını işgal edersiniz ya da zihnini. Toprağını kaybeden yeniden kazanabilir. Ama zihnini kaybeden, her şeyi kaybeder.

Bugün yeniden düşünmenin, yeniden sorgulamanın zamanıdır. Doğu’nun “öteki” değil, “özne” olduğunu hatırlamanın vakti gelmiştir. Çünkü bu coğrafyada yalnızca despotluk değil; Mevlânâ’nın hoşgörüsü, Yunus’un dili, Hacı Bektaş’ın adaleti, Şeyh Edebali’nin hikmeti vardı. Ve elbette Cemil Meriç’in dediği gibi, “fikir namustur” diyen bir vicdan da vardı.

O halde diyelim:
Despotluk bizde miymiş? Belki evet, ama bir kişideydi.
Terbiyesizlik sizdeymiş; hem kaleminizde hem hükmünüzde!

Ve biz artık sadece susan değil, sorgulayan; sadece okuyan değil, anlayan bir nesil olmalıyız.

Durmuş ÇELİKTEN
Eğitimci - Yazar