Bir düşünün…
Takvimler 1990’lı yılları gösterdiğinde, ülkemiz yeni bir çağın eşiğine adım atıyordu.

O yıllarda sokaklar, henüz sabah gazetesini okuyan amcalarla, çayını karıştıran dedelerle doluydu.

Gençler delikanlı gibi yürür, göz göze gelmeye çekinir; insan ilişkilerinde mahcup ama samimi bir nezaket hâkimdi.

İşte o atmosferde, bir anda yeni bir icat hayatımıza girdi: Cep telefonları.

İlk kez 1994 yılında Türkiye'de kullanılmaya başlandı. Kocaman antenli, taş gibi ağır telefonlar… Aramak ayrı, ulaşmak ayrı meseleydi. Ama yine de büyülüydü. Çünkü kablosuzdu. Çünkü özgürlüktü... Ve teknoloji hızla ilerliyordu.

Sonra milenyuma yaklaştık; takvimler 2007’yi gösterdiğinde bir devrim daha yaşadık: Akıllı telefonlar.

Artık sadece arama yapmakla kalmıyorduk, internet cebimize girdi. Oyunlar, uygulamalar, sosyal medya…

İnsanoğlunun yüzyıllar boyunca kurduğu bağlar, iletişim biçimi yeni teknolojilerle değişti. Herkes artık aynı anda her yerdeydi. Uzaklar yakın oldu.

Bu teknolojik ilerleme önce gençleri, sonra orta yaş grubunu cezbetti.

O yılların gençleri bugünün orta yaşlıları, orta yaşlıları ise yaşlıları oldu.

Cep telefonuyla ilk tanıştıklarında gözleri ışıldayan, tuş sesleriyle mutlu olan o insanlar…

Bugün artık telefona sadece “alo” demek için bakan, zaman zaman şarjı bile bitmeyen yalnız insanlar hâline geldi.

Son yıllarda öyle bir dönüşüm yaşandı ki, cep telefonları artık 13 yaş altı çocukların bile vazgeçilmezi oldu.

Evet, yanlış duymadınız. Artık 6 yaşında bir çocuk bile sabah kahvaltısından önce YouTube’a giriyor, akşam yemeğinde elinde telefonla çizgi film izliyor.

O çocuklar ki, okul çantasından önce tablet soruyor. Bir zamanlar topa vuran ayaklar ekranlara saplandı, saklambaç oynayan çocuklar artık “gizlilik ayarları” yapıyor.

Ve ne acı ki, dijital bağımlılık artık klinik bir vaka hâline geldi... Birçoğumuz farkında bile değiliz.

Birçok ebeveyn sanıyor ki çocuğu oyalansın diye verdiği telefon sadece bir eğlence aracı.

Hâlbuki o ekran, çocuğun zihnine kazınan ilk algı, ilk etkileşim, ilk bağımlılık oluyor.

Gözleri daha gelişmeden ekran ışığına maruz kalan çocuklar, hayatı piksel piksel öğreniyor. El yazısı yerine emoji öğreniyor, arkadaş yerine takipçi kazanıyor.

Devletimiz bu durumun farkında.
Millî Eğitim Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ardı ardına uyarılar yapıyor.

Okullarda dijital bağımlılık seminerleri veriliyor, çocuklara teknoloji kullanımı öğretilmeye çalışılıyor.

Hatta bazı belediyeler “ekransız gün” etkinlikleri düzenliyor.

Ya anne babalar?

Aynı evde birbirine yabancı iki kişi gibi yaşayan, yemek masasında bile telefonundan başını kaldırmayan anne babalar...

Çocuğuna sus payı olarak tablet veren ebeveynler...

Çocukları ekran karşısında büyüyen bu aileler, ileride kendi elleriyle büyüttükleri yalnız bireylerle yüzleşmeye hazır mı?

Bu yüzden aman dikkat!
Teknoloji nimet olabilir, ama bilinçsiz kullanımda büyük bir tehlikedir.

Çocuklarımız bizim geleceğimizdir.

Onları ekranlara değil, hayata bağlamalıyız. Ellerinden tabletleri alıp onlara kitap uzatmalıyız.

Parka götürmeli, ağaca tırmandırmalı, toprakla tanıştırmalı, sokak oyunlarına çağırmalıyız.

Yoksa teknolojinin altın çağını, insanlığın en karanlık dönemi olarak da hatırlayabiliriz.

Unutmayın!
Çocuğa verilen her cihaz bir tercih meselesidir.

Ya ona bir dünya armağan edersiniz…
Ya da onu dünyadan koparırsınız.