Bugün sıkça duyduğumuz iddia şu: “İslam ülkeleri geri kalmıştır, çünkü İslam geri bırakmaktadır.” Bu söylem kulağa sanki basit bir analiz gibi geliyor ama aslında büyük bir kolaycılık ve derin bir cehalet.
Tarihi bilmeyen ya da görmezden gelenlerin ürettiği bu söz, gerçeği çarpıtıyor. Eğer İslam gerçekten geri bırakan bir din olsaydı, tarihte “İslam medeniyeti” diye bir şey hiç doğmazdı. O medeniyet ki, Avrupa’nın skolastik karanlıkta boğulduğu çağlarda Bağdat, Kurtuba, Semerkand gökyüzünü bilim, felsefe ve sanatla aydınlatıyordu.
İbn Haldun’un dediği gibi, “Bir devletin ve medeniyetin çöküşü, insanların ilim ve sanatla meşguliyeti bırakıp sadece tüketmeye yönelmeleriyle başlar.” Bu söz, geri kalmışlığın kaynağını dine değil, insanların kendi tercihlerine bağlar. Seyyid Hüseyin Nasr da bu noktaya dikkat çeker: “İslam medeniyeti, Batı’nın sandığı gibi bir taklit medeniyeti değil; kendi köklerinden doğan özgün bir bilgi anlayışıdır.”
Gerçek şu ki, İslam dünyasının asıl sorunu İslam’ın ilkelerinde değil, bu ilkelerin terk edilmesindedir. Fazlur Rahman’ın ifadesiyle, “Müslüman toplumların sorunu, İslam’ın öğretileriyle değil; bu öğretilerin tarih boyunca yanlış anlaşılması ve uygulanmasıyla ilgilidir.” Malek Bennabi ise meseleyi çok net koyar: “Müslüman dünyanın geri kalması İslam’dan değil, Müslümanların zihinsel üretkenliklerini kaybetmesinden kaynaklanmaktadır.”
Bugün hâlâ bazı sözde aydınlar, bütün bu tarihî gerçekleri yok sayıp suçu İslam’a yüklüyor. Oysa sorunun kökleri çok daha somut: 18. ve 19. yüzyıllarda Batı’nın sömürge düzeni, İslam coğrafyasını ekonomik ve kurumsal açıdan çökertti. Hilafetin dağılmasıyla siyasal birlik kayboldu. Despot yönetimler, İslam’ın adalet ve istişare anlayışını değil, şahsi çıkarlarını hâkim kıldı. İlmin ve özgün düşüncenin terk edilmesiyle taklit kültürü yaygınlaştı.
Marshall Hodgson, İslam medeniyetini dünya tarihinin en güçlü uygarlıklarından biri olarak ele alırken geri kalmışlığı dinle değil, bu yapısal krizlerle açıklıyor. İlber Ortaylı, Osmanlı modernleşmesinin yüzeyde kaldığını, Batı kurumlarının taklidiyle yetinildiğini söyler. Ahmet Davutoğlu ise bunu bir “medeniyet buhranı” olarak görür; ona göre sorun, İslam’ın değerlerinde değil, bu değerlerin şehir ve kurum hayatına aktarılamamasındadır. Ali Mazrui de Afrika örneği üzerinden gösterir: Asıl sorun din değil, sömürgeciliğin yarattığı kurumsal zaaflardır.
Peki ya Bernard Lewis? Onun oryantalist yaklaşımı, “İslam modernleşmeye ayak uyduramadı çünkü İslam engelleyici bir dindir” iddiasını tekrarlar. Ama bu indirgemeci bakış, yukarıda zikrettiğimiz hem tarihî gerçeklerle hem de Müslüman düşünürlerin analizleriyle çürütülmüştür.
Bugün artık görülmesi gereken gerçek şudur: İslam’ın özünde bulunan ilim, adalet, çalışkanlık ve istişare ilkeleri, geri bırakıcı değil, ilerletici güçlerdir. Kur’an’ın ilk emri “Oku!”dur. Peygamber Efendimiz, “İlim Çin’de de olsa gidip alınız” buyurmuştur. Buna rağmen biz okumayı terk ettiğimiz, çalışmayı ihmal ettiğimiz ve sorumluluk bilincimizi kaybettiğimiz için geri kaldık.
Dolayısıyla “İslam geri bırakıyor” söylemi, cehaletin ve kolaycılığın ifadesidir. İslam yükseltir, biz düşürüyoruz. İslam diriltir, biz çürütüyoruz. İslam özgürleştirir, biz esir oluyoruz.
Bugün Müslüman toplumların ihtiyacı, suçu dine atmak değil; İslam’ın öz değerlerini yeniden hayata taşımaktır. Ancak o zaman bu coğrafya tarihindeki aydınlık rolünü yeniden üstlenebilir.