Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Zamanın altın sayfalarında, güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar adaletiyle tanınan sultanların yönettiği bir devlet varmış. Bu devletin sancağı, rüzgâr estiğinde dua gibi dalgalanırmış. Ordusu yalnızca kılıçla değil, imanla yürür; çağ açıp çağ kapatan fetihler yaparmış.

Sultanı, tahtına değil; inancından aldığı adaletine güvenirmiş. Ve halkı… Halkı bir vücut gibiymiş; birinin kalbi sızlasa ötekinin gözü yaşarırmış. Birinin ayağı taşa takılıp düşse, diğerinin canı acırmış.

Derken gün gelmiş, saadetin üstüne ince bir gölge düşmüş. İlk önce bazı vezirlerin kalbinde birer kıvılcım yanmış; öyle sanırlarmış ama o kıvılcım aslında hırs ateşiymiş. Kimisi makam için dostunu unutmuş, kimisi altın uğruna duasını… Sarayın duvarlarına ilk ihanet o zaman sinmiş.

Düşman orduları dışarıda beklerken, içeriden açılmış kapılar. Bir meclis, bir sofra, bir gülümseme… ve ardından sessizlik.

Sultan, ihanetin sesini kılıçların çınlamasından önce duymuş. Bir gece secdeden başını kaldırmış ve demiş ki:

“Yâ Rabbi, bizi düşmandan değil; birbirimize yabancı olmaktan koru.”

Ama dua, o gün göğe ağır ağır yükselmiş. Çünkü halk arasında yayılan fitne yüzünden artık nimetin şükrünü değil; birbirinin açığını sayar olmuş toplum. Kadılar susmuş, kalemler eğilmiş, yürekler pas tutmuş.

Ve o görklü devlet bir sabah ezanı vaktinde sessizce yıkılmış. Ne bir top sesi duyulmuş, ne bir sancak düşmüş… Sadece bir dua yarım kalmış gökyüzünde.

Ama tarih der ki: Bir devlet inançla ve imanla kurulur; ihanetle değil. Kılıçla değil, kalplerdeki adaletle yaşar. Ve bir gün, o kalpler yeniden saflaştığında, o şanlı eski sancak yine rüzgârla değil, adaletle dalgalanır.

Çünkü inanç, toprağa gömülse de filiz verir.
Ve adalet, küle dönse de dualarla aydınlanan sabahı bekler.

Vesselâm…