İncinmişti.

Belki de yüreği sızım sızım sızlıyordu ama belli etmiyordu. Gülümsüyordu. Üstelik her konuda en saçma şakalara dahi gülmeden duramıyordu. Buradan belliydi incinmiş olduğu. Mütevazi tavırlarının ardında fırtınalar koptuğunu hissediyordum ki belki de bir liman arıyordu. Ancak korku denilen lanet duygu, sönen umutlar ve hep beklenip gelmeyen gemi yüreğinin etrafını sarmıştı.

Yüreğini kaplayan bu melanet sarmaşıklar öyle ki ne söylenen sözü içeriye alıyordu ne de yeni doğan güneşin umut ışıklarına izin veriyordu.

O akşam şehrin soğuğuna aldırmadan kulaklığını takmış, siyah kaşesi ve kırmızı beresini giyinmiş, denizi sağ tarafına almış, güneşin doğduğu yöne doğru yavaş yavaş ilerliyordu. Attığı her adım adeta konuşuyor; kararsızlığın ve korkunun anlamını deşifre ediyordu. Ancak yüzünü güneşe dönmüştü. Bu tavrı artık ”benimde gönül diyarlarıma doğ, her sabah bende ki çimenlerde de boncuk boncuk parlat çiğ tanelerini, bende artık sabahın huzur veren kızıllığını izleyebileyim” diyordu. Dinlediği parçanın adı neydi? Kim söylüyordu? Acaba hikayesini biliyor muydu? Sadece adımlarından ve gözleriyle denizi süzmesinden bunlar çıkıyordu.

Tüm bunlar sessiz sessiz tarihe geçerken karşı yönden de yüzünü gün batısına dönmüş diğer çocuk geliyordu. Yorgundu ama gözlerinden ve hararetli nefes almasından içinden nutuk attığı belliydi. Heyecanları var gibi duruyordu. Hani hepimizin hayallerinin yarattığı o heyecan duygusu var ya onun gibi bir şey. Attığı adımlar, dudaklarını sıkı sıkıya kapatması ve türkü mırıldanması, başı hafif sola denize doğru çevirerek yürümesi bir başka şifreyi deşifre ediyordu. Bir gün bekliyordu çocuk. O gün doğan güneş ve güneşle uyanan martılar bir haberi getirecek gibiydi. O gün hasret duyduğu ve yüreğinin en içinde hissettiği, acılarını ve kederlerini paylaştığı insanlara umut olacaktı.

Güneşi bekleyen kırmızı bereli kız ile gözleri umutlu çocuk yan yana geçmek üzereydiler. Adeta iki yıkık şehir, şarkıları ve dansları farklı iki memleket, sözleri ve bakışları başka iki insan yan yana geçeceklerdi. Boğazda birbirini selamlayan, yıllarca insanların yükünü çekmiş vapurlar gibi. Birbirini tanımayan bu iki insan, iki farklı yaşam ve iki farklı inanç demekti. Tam o an yanan geçtiler. Çocuk göz ucuyla kırmızı bereli kıza baktı, kızda ona. Ufak bir göz göze geldiler ve geçip gittiler. Etrafta sadece rüzgarın süpürdüğü dökülmüş yaprak bir de aç martıların seslerinden başka hiç bir şey yoktu.

Sonra nedendir kırmızı bereli kız sahilin bir ucunda, gözleri umutlu çocuk sahilin diğer ucunda durdular. Çocuk dediğime bakmayın siz. İçinde çocuklar gibi umutlarını hep alevlendirdiği için diyorum. Sonuçta bizde aynı adımlardan az atmadık zamanında.

Evimin balkonundan tüm bunları izlerken eşim Selanik geldi yanıma, çayı demlemiş, karşıma oturdu. Önce bir göz göze geldik. Ufak bir tebessüm ile sordum;

– Şu karşıda ne görüyorsun?

-Ne göreyim Cevdet? Her akşam ki manzara işte.

– Onu demiyorum canım. Bak şu karşıda denize doğru bakan kırmızı bereli kız ile diğer tarafta ki çocuğa baksana.

– İlk defa mı kırmızı bereli kız görüyorsun ne var bunda şaşıracak?

– Ne var olur mu? İki tane yaşanmışlık var orada. Normal insan yürüyüşü değildi onların ki. Farklı yönlerden geldiler sonra aynı tarafa doğru durdular. Hani Karadeniz’in dağlarında dumanların  arasında yalnız başına zamana direnen, pencereleri güneşe dönük evler var ya. İşte bu çocuklarda o duruş var. Sen ister gör ister görme var bu işte bir iş.

– Diyorsun!

-Öyle elbet ya. Hatırlasana be Selanik. Yıllar evvel Karaburun Pastanesinde çaylarımızı içerken sana Karakoç’un Mihriban’ından ve Sezai Karakoç’un Mona Roza’sından bahsetmiştim.

– Evet hatırladım.

– Ben bu çocuklarda o şiirleri görüyorum be Selanik. Sanki çocuk kırmızı bereli kıza yüreğinden bir sesle Mona Roza’yı okuyor ve Abdürrahim Karakoç gibi de sessiz ve mütevazi bir şekilde duruyorlar. Onlara bakınca bizi hatırladım be Selanik. Yıllar öncesine gittim. Bizde böyle çekinirdik birbirimizden, sen korkardın. Ben korkularını şiirler ile silmeye çalışırdım ya hep. Sabır derdim kendi kendime. Beklediğim o güneş bana da doğacak elbet derdim. Her sabah doğadan önce uyanır sizin posta kutusuna mektup atar kaçardım ya hani. Ama seni kırmaktan da korkardım. Bu çocuklara bakınca o günler geldi aklıma.

-Korkardım ya. Üzülürüm diye korkardım. Sen beni öyle severken benim içim içimi yerdi. Deli bu oğlan derdim kendi kendime. Gülüşün bile bir başka olurdu da ses etmezdim sana. Şükür be Cevdet hepsini aştık geldik. Bir olay var onu hiç unutmam mesela. Yıl galiba 1974. Ayten Alpman’ın Memleketim albümü çıkmıştı. Senden sıraya girmiş albümü almışsın bizim posta kutusuna koymuşsun. Sonra anladım ki o günün mektubu albümdeki ”Ben Varım” şarkısıymış. Eh be Cevdet dedim sana arkadaşların boşuna deli demiyorlar dedim.

– Neyse Selanik uzatmayalım fazla duygulanıyorum. Aaaa! Dur oda ne. Radyoda çalan parçaya baksana. Evet bu o şarkı. Sana hediye ettiğim parça çalıyor bak dinle.

O akşam hissetmiştim Selanik için ettiğim duaların kabul olduğunu. O kırmızı bereli kıza ve çocuğa bakınca hissetmiştim. Bilirim seni çocuk, anlarım seni. Şah Hayati gibi diyorsun sende; ”Bir derdim var bin dermana değişmem”

FURKAN GÜLER