Son zamanlarda ilgimi cezbeden bir kavram: “İçsel Devrim”

Şöhretinin ve başarısının zirvesinde birisinin aniden kariyerini noktalayıp, “İçsel devrime ihtiyacım vardı. Kariyer, tanınmışlık ve kazanç vazgeçilebilecek şeylerdi” açıklamasına çoğunluk “inana-ma-dı”.

Ne, ne kadar doğrudur, çok da önemli değildi.
Ancak bu kadar insana ait, bu kadar insana yakışan ve hatta insanın yaratılışının hamuru ile birlikte yoğrulan “içsel devrim” ihtiyacının  “var olduğu”  hiç şüphesiz doğru bilgiydi.

İçinde yaşadığımız dünyaya inandırıcı gelememesi ise insanların artık iç seslerini duyamamasından belki de bazılarının iç seslerinin hiç olmamasındandı.

İnsan iç sesine “sağırlaştırılırken”, yaradılışına tezat, aykırı ne varsa sistematik olarak bilinçaltına enjekte ediliyordu.

Her gün saatlerce baktığımız bütün ekranların bilinçli “normalleştirdikleri” insanı insan yapan ruhundan koparıyordu.

Bu yüzden birisinin içsel devrimini gerçekleştirmek adına şöhretten, paradan, popüler olmaktan seve seve vazgeçebilmesi inanılacak şey değildi. 

Oysaki; yaradılışın gayesinin tam da bu olduğu bu kadar söylenmişken, yazılmışken, çizilmişken hala “anlaşılamaması” daha da inanılmazdı.

Herkesin sahip olamayacağı şeylere sahip olmanın vermiş olduğu “doygunluk ile vazgeçebilmek” kadar, herkesin, sahip olduğunu düşündüklerinin bir gün kendisinden vazgeçebileceğinin farkında olmak da içsel devrime götüren basamaklardandı.

Belki de en zor basamak:  hiç sahip olamadıklarından vazgeçebilmekti. 

Aslında kulağa çok melankolik gelen bu “vazgeçmeler”  kadar ruhumuzu özgürleştiren başka bir şey daha yok. Ruhunun tekâmülü derdine düşenler için ise bu basamaklardan geçmeden açılacak kapı yok.

İnsanın kendisine nasip olmayan şeylerden mahrum bırakıldığını zannetmesi aslında gerçekte neye ihtiyacımız olduğunun bilinmezliğinden kaynaklanan bir “yokluk” duygusu…

Neye ihtiyacımız olduğunu, nasıl yaşamamız gerektiğini bilinçaltımıza enjekte edenler ise “asla vazgeçme” düsturu ile “var olma” tutkusunu diri tutmak adına her gün yeni hazlar, yeni bağımlılıklar icat ediyordu. 

Ve başarıyordu…
Neticede insan, mutlu olmanın sahip olmak demek olduğuna inandırıldığından gösterilen hedefe kilitlenip kendi iç sesine yabancı yaşayabiliyordu.  Ya da içgüdülerini kuralsızca tatmin ederek ruhunu keşfedeceğini zannediyordu.

Böyle insanlar için  “vazgeçmek” hiçbir zaman erdem değil, ancak bir yenilgi olabilirdi.

Oysa aynı nehirde iki defa yıkanılamayacağı gibi, vazgeçip yeniden başlamak da, yeni yolculukların arzusunu duyumsamak da varoluşun bir kanunu…
Ruhumuza sızdırılanlardan arınıp, sürekli yeniden yaratılan evrende, bize pazarlanan ya da ihtiyaç zannettiğimiz hiçbir şeyin vazgeçilmez olmadığını idrak edebilseydik keşke…

Ve hüzünlerimizi sevebilseydik kendimize acımak yerine…

Hayatın dayattığı ritme uyum sağlamaya çalışmak yerine sürekli değişen, dönen, evrilen demek olan kalbin ritmini duyabilseydik...

Nefsin ve ruhun ayrımını yapabilseydik keşke…

Belki o zaman içsel devrim için konfordan vazgeçmeyi bu kadar ütopik bulmazdık.

Belki cesaretimiz olurdu değişmeye, değiştirmeye…