Türkiye’de gazeteci olmak, gazetecilik mesleği ile uğraşmak "Dikenler içerisinde yürümeye" benzer.

Neden mi?

Çünkü Doğru, tarafsız, objektif gazetecilik mesleğini icra etmek çok zordur. Zoru başaranlar ise gerçek gazeteci kimliği ile yaşamlarının her anında toplum içinde saygı görürler. Bu insanlar gazeteciliğin duayen ismi Haldun Simavi’nin deyimi ile "Kalemine efendi kal. Eğer bir gün satmak zorunda kalırsan kır ama satma" der. Geçen hafta çalışan gazeteciler günüydü. Tüm bürokratlar, sivil toplum kuruluşları, devlet temsilcileri, kanaat önderleri; hem sosyal medyada, hem de basın yolu ile bu kutsal günü kutladılar.

Gazeteci olarak onere oldum, ruhum okşandı. Güzel temenniler için buna şükür dedim kendi kendime. Ulusal basında, yerel basında görev yapan onlarca gazetecilik mesleğine gönül veren meslektaşlarım başı dik dolaştılar o gün! Aslında o gün, "beyin işçilerinin bayramı" olarak kutlanması gerekmez mi? Neyse çalışan gazeteciler günü demişler yılda bir günde olsa hatırlanmak güzel. Peki yeterli mi? Bence hayır! Neden mi?
Biraz açalım sayın aziz okuyucularım.

Yukarıda da bahsettiğim gibi "Dikenler üzerinde yürümek" kalemini satmadığında geçerli. Ancak ısmarlama yazı yazan, kişinin menfaatlerini kollayan, hareket eden trenin her kompartımanında yer bulan meslektaşlarım için ise o zaman Lale devri… Gelsin saltanat o vakit.

Basın mensuplarının yolculuğu mayınlı arazinin ardından dikenli tellerle çevrili bölgeye ulaşmaktan başka bir şey değildir. Haberi yakalayıp halka sunmaktan, söyleyecek sözü olanların kitlelere ulaşabilmesine kadar uzun bir maraton koşusudur. Darbelerden sansüre, işsizlikten ayak oyunlarına boğaz tokluğuna çalışmaktan kurtuluşa uzanan soluksuz gecesi gündüzü olmayan bir macera. Yılların içinden geçerek bu macerada kalmayı başaran her bir basın mensubu diğerlerin ininde geçtiği mayınlı yolu yürüdü. Dikenli telleri kesmek ise zaman, efor, sistem, emek ve özveri ile oldu.

Gazetecilik mesleğini yapan, bu işe emek ve özveri vermiş meslektaşlarım ile konuşmam sonucunda inanılmaz zor süreçten geçmiştir. Muhabirlik, editörlük, istihbaratta görev alarak, haber atlamadan çalıştığınız gazeteye haber akışı sağlamak; hem ekip işidir hem de takip ile olur. Yılların emeğini ekonomik olarak güçlü olmaya başladığın dönemde ise; Siyasi ortam, derin devlet, ya da daha açıkçası ise gazete patronu sizi istemez; çünkü gerçek gazeteci olarak gazete patronların olmamasıdır. Gazete yönetmek, holding yönetmek ile aynı kefede değildir. Fikirlerin özgürce yazması gereken yer olan gazeteler patronun menfaatine dokunduğunda işten çıkarmalar başlar. Daha acısı kovulur insanlar... O kadar emek vermişsin, hiç umurunda olmaz patronajın. Hükümetlere yakın olmak, ihalelerin kolaylık ile alınmasına sebep olur. Çünkü amaca ulaşmak için araç olarak görülür gazeteler, TV’ler yani medya... O zaman da ortaya çıkan iş aksak olur günümüz medyasında olduğu gibi. Oysa gazeteciliğin görünmeyen tarafında o kadar çok işsiz emekçi gazeteci vardır ki. Anıları ile baş başa kalmıştır, kimileri intihar etmiş, kimileri huzur evlerinde son nefesini vermiştir.

Daha geçenlerde Anakara’da intihar eden magazin muhabiri arkadaşımız gibi.
Kimileri kurşuna karşı, kimileri de sisteme karşı görev yapmışlardır. Savaş muhabirlerinin yaşadığı ortamı bir düşünseniz kurşuna karşı görev yaptıklarını net olarak görürsünüz. Sisteme karşı görev yapmak ise sistemsiz olduğunuzdandır. İşte bu yüzden, bir mecrada köşe yazarı olmak; bizim meslekte ayrıcalıklı bir şey.

Eskiden köşe yazarlığı daha değerliydi. Artık sayıca çoklar ve bunların da çok çeşidi var. Siyasi yazarı var, spor yazarı var, ekonomi yazarı var... Var oğlu var... 

Siyasi nitelikli gazetelerde ağırlıklı olan siyasi nitelikli köşe yazarları ve köşe yazılarıdır. Eski deyimle makalelerdir. Makale bir fikri ortaya koyan, o fikri savunan, detayları anlatan ve okuyucusunu bilgilendiren hatta yönlendiren yazılardır. Ama birçoğu artık bu tanıma uymuyor. Örneğin; "Hava nasıl oralarda... çiçek böcek... Bu sabah kalktım, arkadaşım ile görüştük, şunları konuştuk..." diye yazanlar var. Bunlar bana göre köşe yazısı değildir. Ben kendi işime bakarım, kendime göre yaşarım diyemezsiniz. Eğer yurdunuz, iliniz, kasabanız ve dünya insanlığı için sorumluluk duyuyorsanız. (Ayancık için ben nasıl duyarsız olabilirim. Doğduğum bu topraklara çok şey borçluyum. Allah bana ömür verdiği süre içersinde Ayancık’ın menfaatleri doğrultusunda yapamayacağım hiçbir şey yoktur.

Bu aradaGazi stadyumu yapım aşamasında bana da düşen bir görev oldu. Benim de deyim yerinde ise; okyanus içinde bir bardak katkım oldu. Bu katkımı kamuoyu ile teşekkür ederek paylaşan Sayın Ayancık Belediye Başkanımız Ayhan ERGÜN kardeşime kibarlığından dolayı teşekkür ederim.)

Gerçek gazeteci isen, popüler olmak değil, saygın olmak gerekiyor. Kamu vicdanının nabzını tutmak gerekiyor.
O zaman beyin işçilerinin yani çalışan gazeteci meslektaşlarımın günü kutlu olsun…