M.Ö. 300 ile M.S. 10. yüzyıl arasındaki dönem Türkler için İslamiyet öncesi dönem olarak bilinir. Büyük ihtimalle bilinen tarihin daha da öncesi vardır. O zamanki Türk aile yapısını incelediğimizde aile kavramının Türk toplumunun ve devletlerinin temeli olduğunu görüyoruz. O zamanki coğrafi koşulların getirdiği zorluklar, göçebe olarak hayatı devam ettirme gibi sebeplerden dolayı aile, akraba, komşuluk kavramlarının çok güçlü olduğu görülüyor. Buna en güzel kanıt da Türklerdeki akrabalık kavramlarıdır. Çoğu kültürde hala-teyze, amca-dayı gibi akrabalıklar aynı şekilde adlandırılırken bizde her bir akrabayı tanımlamak için farklı adlar vardır. 
Türk aile yapısı devletlerin temeli olması sebebini askeri bir hiyerarşi olarak görebiliriz. Toplumu ve devleti aileler oluşturduğundan aile içerisinde huzur, adalet gibi kavramlar varsa devlet içerisinde de var anlamına gelmektedir. 
İslamiyet öncesindeki Türklerde otorite figürünün baba olduğunu görüyoruz fakat Türkler ataerkil bir toplum olmalarına rağmen zamanındaki kavimlere kıyasla kadınlara oldukça değer vermiş ve tek eşliliği benimsemişlerdir. Kadına verilen değeri “Hatun” ünvanından anlayabiliriz. Hatun her zaman Kağan’ın yanında bulunur ve kendine özel yetkileri vardır.
Türklerde aşiret, boy, soy, sop gibi ünvanlar vardır ve bu sıkı akraba ilişkileriyle yerel ve merkezi yönetimleri oluşturmaktadır.
10. yüzyıldan itibaren Türklerin İslam dinine geçiş yaptığı ve bu sürecin hızlı olduğu görülmektedir. Türkler İslam dininin yayılmasına büyük ölçüde katkı olmuştur. Ortadoğu’da ortaya çıkan İslam dini Asya’nın bozkırlarına kadar yayılmıştır. 
Türklerin İslamiyet’e geçtiği döneme paralel olarak yerleşik hayata da geçilmiştir. En belirgin örneği Selçuklular ve Osmanlı İmparatorluğudur. İslamiyet’e geçiş ile hanedanlık kavramı öne çıkmıştır. Bu noktada ailenin daha siyasi bir kavrama evrildiğini görüyoruz. Saltanat kavramı özellikle Osmanlı’da öne çıkar. Osmanlı çok uluslu bir yapıya sahip olduğundan kendilerini koruma amacıyla aynı milletten ya da dinden olan ailelerin birbirine daha yakın olduğunu görüyoruz. Her kesim kendi kültüründen ve dininden olan kimselerle evlenmeye teşvik edilmiştir. Bu da akrabalık ilişkilerinin kuvvetlenmesini sağlamıştır. 
O dönemde saray zümresinin oluştuğunu görüyoruz. Bu zümreyi hanedan üyeleri, devlet adamları, ilim ve sanat insanları gibi entelektüel bir yapı oluşturmaktadır. Eski Türklere göre daha farklı bir kültür oluşturmuştur. Kadın-erkek hayatı birbirine daha mesafeli olmuştur. Saray kadınları yaşamlarını genelde sarayda erkekler ise hayatlarını çoğunlukla seferle ve siyasetle geçirirdi. 
Erkekler, taht varisi olduğundan eğitimleri çok önemlidir. O dönem her şehzadenin akıl hocası olurdu ve bunlara lala denirdi. Lala, şehzadeyi özellikle siyaset alanında eğitmekle görevli kimsedir. 
Türklerde aile kurumu her zaman güvence altına alınmıştır. İslamiyet etkisindeki Türk toplumunda ise yine güvence altına alınarak bu sefer evlilik ve boşanmada İslam hukuku geçerli olmuştur. Bu hükümlere göre erkek evi geçindirmekle yükümlüdür. Bu noktada daha ataerkil bir yapıdan söz edilebilir. Ayrıca kadının parasını ve malını dilediği gibi harcama özgürlüğü gibi kanunlar da mevcuttur. Türkler dinin etkisiyle birlikte daha muhafazakâr bir toplum olmuştur ancak katı bir şeriattan da söz edilemez. Aynı zamanda çok eşliliğin de yaygın olmadığı görülmektedir. Çok eşlilik genelde soyun devamı şartı ile ilişkilidir. Bu yüzden soyunun devamına muhtaç olmayan sıradan insanlar tek eşliliği tercih etmiştir. 
Cumhuriyetle birlikte kadın-erkek ilişkilerinin değiştiğini görüyoruz. 1926’da kabul edilen Medeni Kanun ile birlikte kadınlar çalışma hayatında ve siyasette aktif rol oynamıştır. Kanunun kabulüyle birlikte kadın gerek çalışma gerekse sosyal hayatta erkekle aynı haklara sahip olmuştur. Evlilik ve boşanmalar bu kanuna göre düzenlenmiştir. Ülkemizde meydana gelen sanayileşme özellikle 1950’lerden itibaren yoğun bir göçe sebep olmuştur. Anadolu ve köylerdeki nüfus azalmış ve şehirlere yığılmıştır. Şehir yaşamı yeni bir sosyal yapıyı ortaya çıkarmıştır. Anadolu’dayken geçimini topraktan karşılayan insanımız şehirlerde ihtiyaçlarını işçi, memur, esnaf, tüccarlık gibi işler yaparak karşılamıştır.  Kadınların iş hayatında artan bir şekilde yer almasıyla birlikte eskiye nazaran ekonomik özgürlükleri de artmıştır. 
1980-1990 ‘lı yıllara kadar giderek çözülme süreci olsa da toplumda geleneksel bir aile tarzı söz konusuydu. Yani dede ve nine ile çocuklar ve torunlar aynı evde yaşardı. Şehirleşme ve sosyal medyanın yoğun kullanımı ile birlikte aile, geleneksel yapıdan anne baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile yapısına evrilmiştir.  İzleyen süreçte çekirdek aile yapısı da bireysel bir yapıya kavuşmuştur. Her çocuk anne babasından ve kardeşinden kopuk kendi odasında vakit geçirmektedir.
Sosyal değişimlerin önünde durmak mümkün değil diye düşünüyorum. Ancak şu bir gerçek ki; çok değerli olan aile kurumunu hızla kaybediyoruz.  Sahip olduğumuz değerlerden; yardımlaşma, dayanışma, büyüklere saygı, küçüklere sevgi, komşuluk ve komşulara kötü günde destek olma, ekmeğini paylaşma vs. 
Şimdi ise yalnız yaşanılan ve gelecek kaygılı bir hayat, uyuşturucu yaşının ortaokula kadar indiği bir ortam, akraba bağları kopuk, örf ve adetlerin giderek erozyona uğradığı   bir ortam.
Aile toplumun dolayısı ile devletin temel taşıdır. Sağlam aile yapısı sağlam toplum demektir. Değerlerimize sahip çıkmak önceliğimiz olmalıdır. 
Kaybedince üzülmemek için.