Yaratılmışların en şereflisi olan insanoğlunu, bireysel ve toplumsal ilişkilerde yekpare düşünmek mümkün değildir. Aynı olaya şahitlik eden şahısların farklı tavırlar takındıkları, meseleleri değişik açılardan okudukları defalarca karşılaşılan bir durumdur. Bazıları, olayları bireysel anlamda kendi bakışını, menfaatini düşünerek anlarken, bazıları ise, inandığı değerler yönünde toplumun genel menfaati ve inandığı prensiplerin çizdiği istikamette şekillendirebilmektedir. Birinci grup insanlar “ben”, ikinci gruptakiler ise “biz” merkezli bir hayat felsefesini benimsemektedirler.

Yaşadığımız ömür çerçevesinde düşündüğümüzde, ben merkezli, menfaatperest, başkasından bana ne, hayat ise benim hayatım başkası ne karışır, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın, kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez vs şeklinde onlarca kalıplaşmış ifadeler, hayatımızın hangi istikamette şekillendiğinin bir yansıması değil midir? Müstakil evlerin yaygın olduğu dönemde ihdas edilen komşuluk ilişkileri, artık günümüzde apartman sistemi içinde kapılar arası birkaç metre olan bir noktada hiç yaşanmaz hale gelmemiş midir? Bireyler olarak bizler, toplumla hem hal olmak varken kendi yalnızlığımız içinde kayıp olup gitmiyor muyuz? Bu durum, bireylerin toplumsal boyutta kalabalıklar içinde yalnızlığı yaşamasından başka nedir? Yalnızlıkların başladığı yerde ise, ben merkezli bir hayat anlayışının hâkim kılınması, bencilliğin egemen olması kaçınılmazdır.

Son yirmi-otuz seneye kadar, toplumsal hayatın en küçük yapı taşı olan aileler beraber yaşamaktaydılar. Bugün her bir aile, ayrı yaşamayı yeğlemektedir. Aileler çocuklarını evlendirirken ayrı evler döşenmesi gerektiğini daha ilişkilerin başında şart koşmaktadırlar. Bunları teklif ederken ise, onlar da ev bucak sahibi olsun, hayatlarına kendileri istikamet versin düşüncesiyle gerekçeler üretilmektedir.

Bireyselleşen aileler, zamanla beraber yaşama kültüründen de uzaklaşmaya başlamaktadır. Meselelerini kendileri çözme yoluna gitmekte, eğer çözüme ulaşılamaz ise kısa yoldan aileyi dağıtmayı tercih etmektedirler. Eğer aile devam ederse, meydana gelen çocukların da ailenin genel yapısından çok bir farkının olmadığı aşikârdır. Çünkü çekirdek ailede yetişen çocuklar, büyüklerin zamanla oluşan, yılların birikimini yansıtan tecrübelerinden, yaşanılan kültürlerinden bigâne kalmalarına sebep olmaktadır. Yaşadığı değerler ve kültürel birikimlerden kopan nesil için batılı değerler, yegâne kaynak haline gelmektedir. Ben merkezli bir hayat, sadece bireylerin dünyalarını değil, söz konusu örnekte de olduğu üzere nesillerin bencilleşmesini ve şekillenmesini de sağlamaktadır.

Bugün sosyal medya denilen bir vakıayı hepimiz yaşamaktayız. Sosyal medyaya bir de ben merkezli olup-olmadığı yönüyle bakmak gerekmektedir. Komşusuyla selam bile alıp-vermeyenlerin orada binlerce kişiyle tanıştığı, takipçilerinin olduğu, şahsi bilgileri sadece paylaşma adına insanlara aktarmaktan zevk duyulan, içindeki “ben”i tatmin etmek için bilgi, belge ve fotoğraflar yerleştirilen, insanlardan da itibar göstermesini istenilen bir platformdan bahsediyoruz. Peşinen ifade etmek gerekir ki, söz konusu platformlar faydadan hali değildir. Ancak biz buranın bir Müslüman bakışıyla fotoğrafının nasıl olduğuna, hali pür melalimizin hangi boyutta görüntü verdiğine dikkat çekmek istiyoruz.

Ticari faaliyetlerimiz, yukarıda bahsettiğimiz diğer yönlerimiz gibi ben merkezli hale gelmiştir. Önceden, bir esnaf sabahleyin işyerini açtığında kendisi siftah yapmış komşusu henüz yapmamış ise, gelen yeni müşteriyi oraya göndermekteydi. Bu anlayış, siftah yapmamış Müslüman kardeşini kendisine tercih etmekti. Ben merkezli bir pencereden ziyade, biz duygusuyla alışverişi önceleyen bir idealin yansımasıydı. Peki, bugün neler yapmaktayız. Gelen müşterilerin hepsi ama hepsi bana gelse diye çaba sarf etmiyor muyuz? Keşke aynı alanda iş yaptığımız esnaf iflas etse de meydan bana kalsa demiyor muyuz? Daha fazla mal satmak için yazılı ve görsel medya aracılığıyla insanların dimağlarını etkileyebilmek için reklamlar yapmıyor muyuz?

İslâm, günahlar ve sevaplar açısından çoğunluğu “biz”, çok az bir kısmı “ben” i ilgilendiren bir hayatı tavsiye etmektedir. Bir Müslümanın günah işlememesi ve eğer günaha girilmiş ise onlardan kurtulmak adına nefsini terbiye etmesi ve bağışlanma dilemesi gerekmektedir. Çünkü her bir birey, kendi yapıp-ettiklerinden hesaba çekilecektir (Necm, 53/38). Kimse başkasına fayda veya zarar veremeyecektir. Bu açıdan İslâm, biz merkezli, günaha karşı duran bir anlayışı tavsiye etmektedir. Hicretten sonra Medineli Müslümanların Mekkeli Müslümanlarla yaptıkları kardeşlik anlayışında gösterilen paylaşım, Müslümanların Hz. Peygamber (s.a.s.)’e gelerek, “Ben, seni, anam-babam ve kendimden daha fazla seviyorum” ifadeleri, “Sizden biri kendisi için istediğini kardeşi için de istemezse gerçekten iman etmiş olmaz” hadisi, “Kıyamet günü Allah Teâla insanları hesaba çekerken, gösteriş için iyilik yapan, yardımda bulunan ve ibadet edenlere, yaptıklarınızın karşılığını gidin kime karşı yapmışsanız onlardan isteyin diyerek geri çevirmesi, ben merkezli bir anlayışın makbul olmadığının birer numuneleri değil midir?

İslâm kültüründe, özellikle tasavvuf geleneğimizde “ben” duygusuyla mücadele son derece önemlidir. Buna tasavvufta nefis terbiyesi denilmektedir. Nefis, tabiri caiz ise, insanın adeta derin devleti gibidir. Tasavvufu benimseyen insanlar, 40 günlük bir seyr-i sülük sürecine tabi tutulmaktadırlar. Bu süreçte derviş, nefsinin heva ve heveslerini en aza indirmeyi, yapabiliyorsa iyi yöne tebdil etmeyi hedefler. Seyr-i sülük sürecinden sonra artık “ben” yok “biz” vardır. Nefis, artık terbiye olmuştur. 

Bugün Müslümanların yaşadığı problemler dünden daha fazladır. Anlaşmazlıklar incelendiğinde hemen hemen hepsinin temelinde nefsimizin başrolde oynadığı konuların yer aldığı görülecektir. İslam dünyasının her bir yanından kan ve gözyaşı gelirken, Müslümanlar birbirini Allahu Ekber diyerek boğazlarken sadece kendi düşüncelerimizin doğru karşıdakinin ise yanlış olduğunu dolayısıyla ortadan kaldırılması gerektiğini söyleriz. Bencilliğimizden kaynaklanan geri kalmışlığımızı görmeden, faturasını hiçbir zaman batılılara çıkarma kolaycılığında bulunmayalım. Her şeyden önce biz bencilliğimizi yenmiş durumda değiliz. Bizler; tartışırken, haklı olanın değil de kendimizin galip gelmesini, ticaret yaparken sadece kendimizin kazanmasını istemekteyiz. Cemaatlerimiz kendi dışındaki grupları tekfir ederek sadece kendisinin cennete gireceğini söylemekte, 60 civarındaki İslâm ülkesinin liderlerinin yönü birbirine doğru olması gerekirken aksi yönde, ittifak halinde olması gerekirken batının ne söyleyeceğine bakmaktadırlar. Ne dersiniz? Müslümanlar olarak bizlerin, Rabbimizin kabul edeceği bir Müslümanlık için ilk olarak benliğimizi/nefsimizi yeniden imar etmekten başka bir yolumuz var mıdır?