Ülkü ÖNAL
Araştırmacı-Yazar

Geçmişle bağlarını zor koparan birisiyim. Eski eşyaları topladım, Ardanuç’ta bir müze açmayı planlıyorum ama yer verilmiyor.

İnsan yaşlandıkça çocukluğunun geçtiği yerleri özlüyor, görmek istiyor. Hele köklerinin bağlı olduğu köyünü daha çok arıyor, orada yaşamak istiyor.

Ruslar 1914’te köylerimizi yaktığı için geçmişle bağlarımız kopmuştur. En son mezar taşlarımızı duvar yapmak için söktüklerinde şaşırmıştım. Muhacirlik dönüşü anne ve babalarını kaybeden Adem dedemle Cevahir babaannemin, evlenince kalacak yerleri yokmuş. Nenemin dedesinden kalan hisseli arazide ev yapmak zorunda kalmışlar. Sürekli korku içinde yaşamışlar. Ta ki babam öğretmen olup Amasya’daki amcasından hisseleri satın alana kadar…

Binbir güçlükle bu evi yaptırmışlar. Bu evde babam dünyaya gelmiş, annem gelin olmuş,  ablam da dünyaya gelmiş. Beni köye bağlayan bu evdi; ta ki sökülene kadar...  Duyunca çok kötü oldum. O yoldan geçmek bile istemedim, o tarafa bakamadım. Keşke Şavşatlı doktorum Necdet Altun gibi evi tekrardan onarıp, anılarıyla yaşatmayı başarabilseydim diyorum şimdi. Çocukluğumun geçtiği köyleri, okuduğum okulu görmek istiyorum. Baraj nedeniyle Yusufelililer yaşadıkları yerleri görmekten mahrum kalacaklar.

Yusufeli’nin … defa yer değiştirecek olması beni etkiledi. Bir ilçenin ve köylerin yok olması, maddi yönü bir tarafa, bölge halkını manevi olarak da çok etkileyecektir. Gidip son bir kere göreyim, bir şeyler derleyeyim diye 5 Ekim 2021’de Artvin’den Yusufeli servisine bindim. Baraj çalışması nedeniyle birçok tünelden geçmek suretiyle yarım saat gecikmeli olarak Yusufeli’ne varabildim. Servis eski olduğu için çok yorulmuştum. Belediye başkan yardımcısı Erkin Bey’e uğrayarak Barcelona Oteli’ne gittim. Neden yabancı bir ad koyduklarını da pek anlayamadım doğrusu, garibime gitti. Farklı yapıda bir otel kompleksiydi…

          Üç katlı ana binanın yanında yer alan iki katlı ahşap binadaki odama geçtim. Havuzu vardı ama içinde su yoktu. Sabah kahvaltıya indiğimde yöresel bir şeyler aradım ama yoktu. Meşhur Yusufeli zeytininin tadına baksaydım bari.

          Çalışan hanımlardan bir şeyler derlemek istedim, benden kömür istediler. Söyleyecekleri iki sayfa maninin çok değerli olacağını sanıyorlar ayaklarına gidince. Bir kitap olacak kadar derlediğim maniler duruyor. Benim de çok para kazanacağımı düşünüyorlar. Parasız hiçbir şey yapılmadığı için herhalde. Bunun bir tutku, bir memleket sevdası olduğunu, bu işlerden hiç para kazanmadan neden yaptığımı çoğu insanın anlamadığı için açıklamıyorum da… 90 yaşlarında olan köylüm zurnacıdan bir şeyler ısmarlayarak zor kayıt yaptım. Facebook’a koyunca 80 bin kişi izlemiş. Diğer yaşlı zurnacı Feramuz Ustayı da kayıt yapıp paylaşmamı istediler. Belgesel şeklinde bir şeyler hazırlamayı planlayıp, yardımcılar buldum. Zurnacı ona yapacağım tanıtımın kıymetini anlayamadı. Maddi durumu iyi olmasına rağmen beni oyalayıp durdu. Para bekledi, şaşırdım.

          Bu işler için kimse bana para vermiyor ki... Sosyal medyada takipçisi çok olanlara, birçok firmalar üstüne bir de ücret verip tanıtımlarını yaptırıyorlar oysaki. Yerel televizyonlara çıkarmak için bile para istiyorlar. Antolojilere şiirlerini koyanlardan ücret alıyorlar. Ben onları ücretsiz tanıtıyorum, benden maddi destek bekliyorlar. Zaten kıt kanaat geçinip kültürel işlerle uğraşıyorum. “Üzülme bu işleri yapanların öldükten sonra ancak kıymeti bilinir” diyenler haklı herhalde.

        Kendisi Şavşatlı olan kültürel işlere meraklı eski Halk Eğitim Müdürü Yener Dedeağaoğlu geldi otele, sohbet ettik. O da tanıtım yaptırırken para beklenmesinden yakındı. Barhal Kilisesi’ni restore etmişler ama havalandırma yerini kapattıkları için rutubet olmuş. Yüzyıllar öncesinden günümüze gelen yapının etkilenmesinden korkuluyor. Keşke hiç onarmasalardı! Tarihi yapıları bazen mahvediyorlar.

       Ardanuç Adakale’deki Osmanlı paşalarının, Kıpçak Atabeklerin mezarlarını kazıp, nasıl öldüklerini tespit etme efsanesi uydurmaları gibi...

       Yener Dedeağaoğlu hoca, Şavşat’ın Kirazlı Köyünde, tarihi Balvana odalarının ve yer altı yollarının, kulelerin olduğundan bahsetti.  “Son beş yıldır ise Tamara odaları diye uydurup basına verdiler. Yeraltı yolu dedemin tarlasının başından geçiyordu, dedem kapattı” dedi.

TEKKALE KÖYÜ                           

         Hava yağmurluydu ama baraj altında kalacak en yakın köy olan Tekkale’ye gitmek istedim. Erkin Bey araç bularak gönderdi.  …kilometre yolun kenarında kahvehanelerde oturanlarla sohbet ettik, konuşmaktan çekindiler.  Köyde yukarı kahvedeki amcalarla cami çıkışı sohbet ettik. Bir bey bize yaylada söylenip oynanan türküler söyledi ama hepsini söylemedi. Yerlerini terk etmek zorunda kalacakları için çok mahzundular.

         Yerlerinin çok değerli olduğunu, yazın üç türlü ürün aldıklarını söyleyerek, bu refahı bulamayacaklarından yakındılar. Kahveci de dedi ki: “Kahvehanem su altında kalacak,  videoya çek ve paylaş da yerel halk bilsin, tepki versin, yıkılmasın.”

         Camiyi ve birkaç evi çektim. Pencereleri kepenkli eski tip bir dükkân vardı. Bir yerde de demir harman makinası gördüm. Pirinci kabuğundan ayırmak için kullanıyorlardı herhalde. Bu tür etnografik malzemeler toplanıp bir yerde sergilenseydi keşke!

        Kiliseye bakan taraftaki asfalt yoldan ilerledik. 2004 yılındaydı sanırım, tabelası olmadığı için kiliseyi çok zor bulmuştuk ve yol çok kötüydü. Yolda durduk, patika bir yoldan kiliseye doğru çıktık. Telefonlar çekmiyordu. Burada düşsem ambulansa haber bile edemeyiz diye düşündüm. Kilise tahrip olmuş ama görkemli bir yapıydı. O zamanın şartlarında nasıl inşa ettiklerine şaşırdık. İsli bölümler vardı, turistler gelip mum yakmışlar herhalde. Çatısı akıyor gibime geldi, içerisi ıslaktı. İçerisinde define kazısı yapmışlar. Define hikâyelerini Ardanuç’ta dinlemekten bıkmıştım. Yusufeli’nde daha fazlasını duydum. Sanki gökten altın yağmış, saklamışlar da bizimkiler bulacak… Oysaki kiliseye altın saklamak âdeti de yokmuş o zamanlar.

        Dumanlı dağların manzarası harikaydı. Derenin akışı da bir başka güzeldi. Allah bizi ormanımızdan ve suyumuzdan ayırmasın inşallah! Köyün mahalleleri varmış ama konuşmazlar diye gidemedik. Yol üstünde evinin önünde oturan mavi gözlü bir dedeyle konuşup ana yola indik. Bu köyden Ardanuç’a gelin giden Asiye isminde bir hanım vardı, onun annesinden bir şeyler derlemiştim ama arşivlemeyi beceremediğim için kaybetmiş olabilirim.  

      O yoldan geçerken hep ilgimi çeken, şimdi ise baraj altında kalacak -onların kale dedikleri- taşın tepesindeki tarihi yapıyı çektim. Yusufeli’nin çıkışında ise devasa köprü gibi bir şey yapılıyordu. İnşaat devam ediyordu. Sıralı kule gibi bir şeyler yapıyorlardı. Baraj çalışmasının gölgesinde yaşamak, ilçelerinin adım adım yok olmasını görmek zor bir durum olsa gerekti herhalde... Konuştuğum bazı insanlar mağdur olduklarını söylediler. Deriner Barajı yapılırken istimlak bedeli çok yüksekti.

       Daha önce Yusufeli izlenimlerimi yayınlayan Yusufeli’nin Sesi Gazetesi çalışanı Yücel Kaya’ya uğradım. Bana meşhur Yusufeli kebabını ısmarladı sağ olsun. Yalnız Ardanuç kebabını tutmazdı.

       Iğdır ve Horasan’dan lavaşlar ve keteler yemiştim ama daha önceleri tandırda ekmek pişerken hiç görmemiştim. Yıllar önce bir de Boşnak ketesi yemiştim çok güzeldi.  İşhan’dakiler vermişti. Otel çalışanı Fatma Gülmez ücret istemedi ama ben teklif ettim, öğleden sonra komşusuyla tandır yakıp ekmek pişirdi. Yener Bey’in gönderdiği Mehmet ile birlikte görüntüledik.

       Çalılar yaş olduğundan tandır bir saatte ancak kızmıştı. Keteler 15 dakikada kızarmıştı Önce kararıyor, sonra beyazlaştı mı ottan yapılmış özel süpürgesiyle süpürülüp, ıslak bezle siliniyor. Kıvama geldiğini anlamak için duvara un serpiliyor, yanarsa biraz daha suyla siliniyor.

         Daha önceden bezelere ayrılmış hamur elle açılıyor, ortası delinip ‘patat’ denen bezden yapılmış yuvarlak araca konup, tandırın iç duvarlarına sırayla yapıştırılıyor. Bazıları iyi tutmadı mı, düşüyor. Yanmasın diye korun üzerine demirden bir kapak konuyor. Pişince, sopanın ucuna demir ızgaralı bir araca düşürülüp yukarı çıkarılıyor. Tandırda yemek ve hamurun içerisine değişik şeyler konularak yapılan keteler de varmış.

         Sıcak sıcak peynirle yedim, çok güzeldi. Bir kutuya doldurup Ardanuç’a getirdim. Derin dondurucuda saklanarak da daha uzun süreli tüketilebiliyormuş. Çekimleri bitirdikten sonra, en son kalkan arabaya bindim. Daha önce Ardanuç arabasını da aramıştım. Beni bekleyecekti. Artvin girişinde yol kapalıymış,  epey bir süre beklemek zorunda kaldık. Servisler kaçtı. O gün orada kalmak istedik ama misafirhaneler doluymuş, kalacak yer bulamadık, taksi tutup gelmek zorunda kaldık.

                                                            DERLEDİKLERİM  

          “MARSİS DAĞI: Çok eski zamanlarda Barhal Vadisindeki Bıçakçılar Köyü civarında yaşayanlar dağı aşıp öteki tarafta mevsimlik işçi olarak çalışmaya giderlermiş. Bunların dinleri farklı olduğu için, sahil tarafındakiler bunlardan pek hoşlanmazmış. Dağda tapınakları varmış, oraya gider, Tanrı’ya hediyeler sunup, din değiştirip çalışmaya giderlermiş. Dönüşte de aynı yere gelip kurbanlar ve hediyeler vererek eski dinlerine dönüp evlerine giderlermiş.

           Sunağın kalıntıları duruyormuş.

                                                                                                                                                    

          KOÇOĞUL: Yüncüler Köyü civarında erkek çocuk dünyaya geldi mi kurban kesilip halka dağıtılır, doğum kutlamalarında eğlenceler de yapılırmış.

           AFAT KURBANI: Tekkaleli köylüler yaylaya toplu olarak çıkarlarmış. Mezralarda mola verip yatıya kalırlar, kaldıkları mezralarda davullu zurnalı eğlenceler, güreşler yapılırmış. Kaza, afet ve belalardan korunmak için adağı olanlar ve diğerlerinin kurbanları kesilip kazanlarda pişirilip halka dağıtılırmış.

          Hungamek Köyünde de yapılırmış ama Tekkale’de yaylaya çıkarken yapılırmış. Şimdi de bu gelenek hâlâ yaşatılıyor. Eğlence şimdilerde Kusara mevkiine alındı ve şenlik festival şeklinde yapılmaya devam etmektedir. Afat kurbanı geleneği küçük çaplı da olsa bazı köylerimizde devam etmektedir. Ya gurbet dönüşü ya da bahar aylarında kesilir.”

                                                                                                                                   Yener Dedeoğlu

     “Yağmur yağmayınca süpürgeyi bir sopaya bağlardık. Ağaçtan da kol yapar elbise giydirir süslerdik. Köyün çocukları toplanırdık. İki çocuk da kollarından tutup evlerin kapılarına gelir;

                                        “Tarlada çamur

                                        Teknede hamur                                     

                                        Ver Allah’ım ver

                                        Sulu sulu yağmur”

tekerlemesini söyleyerek yiyecek isterdik. Ev sahibi üzerimize su serperdi yağmur yağsın diye. Makarna, bulgur, pirinç ve yağ gibi yiyecekler toplanırdı. Para verenler de olurdu. Bu yiyecekler ‘teşt’te pişirilir, çocuklara yedirilirdi. Makarnanın içerisine pirinç konarak pirinçli hamur pişirilip çocuklara yedirilirdi.

     Arkların içerisi temizlendiğinde veya patatesler çiçek açtığında afat kurbanları kesilirdi. Adak kurbanları olanlar da karışırdı. Etler pişirilip her haneye dağıtılırdı.

    Kurut yapmak için makine yoğurdu biriktirilirdi. Kaynatılıp tuz konup torbalara doldurup süzdürülürdü. Elle küçük küçük parçalara ayırıp torbalara veya tahtalara dizilerek kurutulur. Kışın çorba, makarna, erişte, aş ve kuymak yapılırken suyla açılarak kullanılır.

        Herhangi bir yerimize diken battığında veya bir yerimiz iltihaplandığında, çam yağını (reçine) sürüp, birkaç gün bekledik mi iyileşirdik. Kırık ve çıkık olduğunda yumurtayla hamur karıştırılıp sarılırdı. Hayvan ve insanlarda kan dağıtılsın diye, buğday unu suyla açılıp içirilirdi.

       Çala, Dube, Suğakbaşı, Ketkada, Dube, İncesırt, Çamlık, Taşbaşı, Vehlan, Hoşnağal Yaylası, Sahlep, Sualet, Lelvan, Kaşgent gibi yer adlarımız mevcuttur.

                                                              EFSANELER

       ? Köyden bakınca görünür, Kılıçkaya Köyü tarafında bir kadın hamileymiş. Yılan, peşinden geliyormuş. Yaklaşınca çok korkmuş. Allah’a yalvarmış ki “Ya Rabbim bu yılanı taş et!” diye. Yılan taş olmuş, kırmızı şekilde orada duruyor.

     ? İki sevgili varmış, arada sırada buluşurlarmış. Ruslar kızı vurmuş göğsünden, süt akmış, tepe gri renkte olmuş, halen gene duruyor. Oğlanı da vurunca kan akmış, tepe kırmızı olmuş. Adı Kırmızıtepe olarak kalmış.”                                                              

                                                                                                                      Fatma Biber

Dokumacılar Köyü

SÖYLEŞİ

- Sizi tanıyalım?

- Adım Ahmet Taşçı, 83 yaşındayım. İlkokula bir gün ancak gittim ama diploma aldım. O zaman herkes okula gitmezdi. Şadut’ta davar çobanlığı yaptım çocukluğumda.

- Bu mahallenin adı ne?

- İmamgil. Bu mahallenin esas sahibi o yüzden Barhal tarafından aşmış gelmiş, buraya yerleşmiş. Kendisi imam olduğu için mahallenin adı İmamgil olarak kalmış.

- Rus gelince nasıl olmuş?

- Asıl biz Rusya’dan gelmeyiz. Ahasya mı, Ahıska mı diyorlar bilmem. Ardeşen’e gelmişler. Arazi kıt imiş, geçinememişler sonra Hevek Köyüne gelmişler. Orada da geçinemeyip bu köye gelmişler. Esas yerimiz Kup mezrası, orada hayvancılık yapmışlar. Bize Lukoğlu Bineyir derler. Yedi tane oğlu varmış. Oğulları o yana bu yana dağılmışlar. Bu köyde dört oğlu kalmış. Nenem derdi ki, Rus zarar vermemiş de Ermeniler vermiş. Bebeklere süngü takıp yukarıya atıp tutarlarmış. Anlattığı zaman nenem ağlar, gözlerinden yaş dökülürdü.

- Deli Halit Paşa’yı duydun mu?

Duymaz olur muyum, çok severlermiş. Savaştan kaçanı vururmuş.

-Âşık gelir miydi?

-Gelirdi ama şimdi aklımda yok. Sümmani demiş ki, çok zamandır bir arzla bekledim. Sümmani’nin sevdiği Rusyad’aymış. Ordan gelen iki askerle hediyeler yollamış. Sümmani Baba Narman’da demiş ki, “Bana Rusya’dan hediyeler gelecek.” İnanmamış, gülmüşler. Çok değerli hediyeler olduğu için pazarda satarken Sümmani’ye haber geliyor, o da gidip eşyalarını geri alıyor.

-Zor Köylü hemşehriniz Huzuri’yi gördün mü?

-Görmemişim. Bir gün toplanıp demişler ki: “İçki içeceğiz.”

-Ula ben hiç içki içer miyim?

-İçmezsen döveriz.

-İçeceksek a bu yolda içek.

-Yok olmaz, yoldan kenara çıkıp içeceğiz. ‘Olmaz’ dersen seni döveriz.

Millet içki sofrasında Huzuri’yi görünce şaşırıp soruyorlar:

-Sen ne ediyorsun, içki içiyorsun.

-Beni bunlar yoldan çıkardı.

-Yağmur yağmayınca ne yapardınız?

- Şehitlerin mezarından toprak alıp çevreden, eleyip abdest alıp göle atarlardı, yağmur yağardı. ‘Salat’ diye bir yaylamız var.

-Kilise ne zaman yapılmış?

-Peygamberimizden önce yapılmış. İlki Erzurum’un Oşvank’ın da yapılmış. İkincisi, İşhan’da; üçüncüsü Barhal’da, dördüncüsü bizim köyde yapılmış. Yaptıran kadın demiş ki, “Tamam oldu dört kilise.” Ondan sonra adı Dört Kilise olarak kalmış.

-Yaylaya gidende ne eğlenceler yapardınız?

 - Güreşler yapılırdı. Kurbanlar kesilir, cemaate dağıtılır. Göle taş attın mı sağanak yağmur yağardı.

Göle’deki gölden at ve boğa çıkarmış. Gölden çıkan at dişi atla birleşirse, o atın yavrusuna kimse ulaşamazmış. Boğa gölden çıkıp inekle birleşirse, doğan dişiyse çok süt verirmiş. Erkekse güreşte kimse yenemezmiş.

-Eskiden hastalıklara ne ilaçlar yapardınız?

 -Kırığa buzağının derisi sarılır. Bel ağrısına karasakız bağlanır. Karasakız, çam ağacının katranından yapılır. Beze dökülüp kırıklara da sarılır.

-Ziyaret var mı?

-Mezralarda var. Göller kutsaldır. Büyük gölde ‘Kırklar Harmanı’ varmış. Evliyalar toplanıp, baş evliyayla buluşurlarmış.

-Bu köy hep Türk müdür?

-Evet Türk’tür.

***

-Sizi tanıyalım?

-Adım Ali Uzun, 1945 doğumlu ve ilkokul mezunuyum.

-Nerelerde çalıştın. Taş ve tuğla ustasıyım. Arabistan ve Libya’ya kadar gittim.

-Rus gelince neler olmuş?

Kadınlar ormanlarda saklanmış. İki kişi karşı gelmiş, vurmuşlar. Ahmet Efendi ile İbrahim’i.

-Dağdaki ziyaret hakkında bilgin var mı?

-Savaşta yaralanmış ailesiyle birlikte dağa gitmiş, orada ölmüş.

-Çocukluğunuzda ne oyunlar oynardınız?

-Çizgi, çelik çomak ve aşık oyunu oynardık.

-Yaylaya nasıl çıkardınız?

- Ailece gidip eğlenceler yapardık. Kızlar erkekler ayrı oynarlardı. Kadınlar türküyle oynardı. Yayla evleri tahtaydı, çatısı bedavra... Köy peyniri yapardık, sonradan tulum peyniri çıktı. Eskiden mal para etmezdi. Güzün bir sığır keser, kavurma yapıp yerdik.

-Kıyafetleriniz?

-Kadınlar üç etek giyerdi. Kadınların yünden yaptıkları şalvar şeklinde pantolon, üstüne de çoka giyerdik.

-Askere gidenlere?

-Helva ve para verirdik.

-Yerleriniz baraj altında kalacak ya, ne hissediyorsunuz?

-Çok üzgünüz, nereye yerleşeceğimizi bilmiyoruz. Ya yeni yerleşim yerine, ya yukarıdaki mezramıza çıkarız. Arazimiz çok verimliydi. Pirinç, mısır, arpa ekerdik. Bu refahı taşınacağımız yerde bulamayacağız.

-Sizi tanıyalım?

 İbrahim Zurnacı, 60 yaşındayım.

-Yayla şenlikleri nasıl yapılırdı?

 -Ben size 30 sene öncesini anlatacağım. Çünkü gurbette olduğum için son seneleri bilmiyorum. Emekli oldum, köye yerleştim. Baraj altında kalmasa köyümüz tam bir emekli yeridir. Yeni yerleşim yerine gideceğim ama mezrada da yerim var. Daha önce satanlar büyük şehirlere gittiler. Yayla şenlikleri çok hareketli olurdu. Gurbete gidenler de izinlerini şenliklere ayarlardılar. Yaylaya çıkarken Bölükbaş mevkiinde kurbanlar kesilirdi. Kurbanların parasını muhtar köy halkından toplardı. Zenginler de kurban alır verirlerdi, köyde yangın, sel ve afet olmasın diye… Kesilen kurbanların etleri halka dağıtılır. Gerçekten de kurbanlar köyümüzü belalardan korurdu.

Yaylada 15 gün kaldıktan sonra bir şenlik daha yapardık. Üç gün, üç gece sürerdi. Davul zurnayla horonlar oynardık ve güreşler yapardık.

-Boğa güreşleri?

-Köyde baharın ve güzün yapılırdı. Yarışma şeklinde olmazdı. Boğalar tanışsın, çobanlara eziyet vermesin diye… Boğaları iple birbirine bağlardık, babaklar vurmasın diye.

-Yemekleriniz?

-Haşil, kuymak, çivil, çörek… Pilekide çörekler pişerdi. Yaylada nenelerle kızlar birbirine yardım ederlerdi.

-Gölleriniz?

-Yayla şenliklerinde göller ziyaret edilirdi. Göllerin manevi bir yönü vardır. Taş, toprak atınca yağacağına inanılır.  Yöresel türkülerle kadın-erkek ayrı ayrı oynardı. Güreşlerde başpehlivan seçilirdi.

-Yöresel türkülerden bildiklerinizi bize söyler misiniz?

                                  NURİYE’M

Oy Nuriye’m Nuriye’m yâr

Sen ne yerdan yığmasın yâr

Birez daha boyusan yâr

Kucağıma sığmazsın yâr

Yar şeker yolladım niye yemedin

Anavan babavan eyki demadın

Yanına geldum da otur demadın

Elların koynuma getur demadın

Atların deresi Nikart’a bakar

Arasından soğuk suları akar

Üç güzel oturmuş çamaşır yıkar

İçlerinden birisi canımı yakar

Yine davar aldı Satıbellara

Çukura mı gedah yoksa gollara

Güneşa deyin bugün doğmasın

Nazlı yâr geliyermiş pek soldurmasın

Yaylalar yaylalar veran olasın ah

Taşinan toprağın sela verasın

Sen da benum gibi yârsuz kalasın

Ahun çaylar ahun durulmiyasuz

Kafami taşlara vurdirmiyasuz

Dağlarda yar dağlarda

        Gamlı yâr gam ortağumdur benim

       Çoh soylatma ağlarım

       Dertli da yâr dertli çağumdur

       ****

     Alçak cevuz dallari

    Çemla beyaz kollari

    Ahşam gelacahtım yâr

    Yokuş gördüm yolları

    Yâr boynumdan aşaği

    As boncuğli kolların

    Ağun çaylar ağun durilmiyasuz

   Kafami taşlara vurdurmiyasuz

   

   Yaylalar yaylalar viran olasız

   Taşinan toprağın sela verasız,

   Siz da benim gibi yarsuz kalasız

   Hani yayla hani senin ezelun.

MAHALLELER

*Babacigil

*Güney mahalle

*İmamoğli

*Kalaycıgil

*Kayagil   

*Satğet mah.

BARAJ ALTINDA KALACAK MAHALLELER

*Bölükbaşgil

*Mollaömergil

*Taşbaşı

SÜLALE ADLARI

*Bekirgillar

*Fetigillar

*Hacıgillar

*Ğalbaşıgillar

*Mollaoğulları

YER ADLARI

(Bahar Yaylası’ndaki)

*Atların Deresi

*Kırmacigil

*Kurugöller

*Küsera

*Nikartıntaşı

*Satibel

*Soğanlıtepesi

*Veliningözesi

*Yeşilliboyun

*Selant Yaylası

*Yaz Yaylası

*Bağacaklar

*Değirmandere

*Dualıpart

*Naçğoranın Deresi

*Öküz Dağları

*Güz Yaylası

*Aşağı Kup

*Yukarı Kup

*Bayır Kilise       

*Çürüklütaşbaşı

*Ğalvane

*Kilise

*Latiyant

*Munastırın Kilise

*Murğaçgil    

*Alikolat

*Bağyet

*Cicela

*Elcumle

*Poşyanat

*Satğet

           ***

-Sizi tanıyalım?

 -1956 yılında Demirkent Köyü, Pez mahallesinde dünyaya gelmişim. Ulusal kanallarda kameraman olarak çalıştım. Emekli olunca Yusufeli’ne yerleştim, çay bahçesi işletiyorum.

- Ruslar gelince neler olmuş?

- Rahmetli nenem anlatırdı ki, Halit Paşa ırmağın karşı tarafında, Ruslar ise bizim köye gelmiş yerleşmiş. Ahali sırtlarına eşyalarını almış, çocuklarının elinden tutup muhacir olmuşlar. İspir, Bayburt, Gümüşhane, İskilip’e kadar gitmişler. O kadar daralmışlar ki çocuğunu bile bırakan olmuş. Bizim mahallede tek bir hane kalmış. Beş erkek kardeş kalmış. Rus önce bunlara bir şey dememiş.

Bir gün Rus kamandari taşa oturmuş, dürbünle Türk askerini gözlüyormuş. Arkadan gidip silahını alıp kulağını kesmişler. Rus komutanı ölmüş. Kardeşleri yakalayıp birini öldürmüşler. Birini yaralıyorlar, o da kaçıyor. Ben yetiştim, adı Kadir Çolak’tı. İki kardeş de kaçıp Çorum’un Sungurlu ilçesine yerleşiyor. Bizim mahalle 45 haneymiş, çok güzel konaklar varmış. Rus ateşe verip yakıyor. Yanmış bir konağı hatırlıyorum.

  Rus çekilince geri dönüyorlar. Bayburt ve Gümüşhane’de kalanlar olmuş. Nenemgille beraber yedi hane geri dönmüş. Hiçbir şeyleri yokmuş. Yoklukla yaşamışlar. Yeniden evleri yapmışlar. Nenem hep muhacirliği anlatırdı bana. Eskiden ekmek çok değerliymiş. Mezralarda ekin ekermişler. Zeytinimiz de vardı. Çevre köylere göre zengin köydük. Misafir konakları vardı. 20 kişinin konakladığını biliyorum. Komşu köylerden fakir komşular gelir, işlerimize boğaz tokluğuna yardım edermiş. Bizde 50-60 teneke zeytinyağı olduğunu biliyorum. Nenem teşte yarısını döküp, bişi lokum pişirirdi. Bizde 15 dip? zeytin vardı. Satmak yok. 5-6 ton yağ çıkarırdık. Yağ damında otururduk, ocak yanardı. En son yağın konduğu kaba tahar derlerdi. 12. ayda toplanan zeytinin yağı kaliteli olurdu. Dink taşını çevirip yağ çıkarırdık. Taş sonra suyla dönmeye başladı. İzmir’den biri geldi, bizim köyden zeytin alıp yağ üretti, ödül bile aldı.

-Sizin köydeki doğal buzdolapları hakkında bilgi verir misiniz?

-‘Mahsenler’ deriz. Kayanın içerisini oyup, duvarla kapatmışlar. Küçük ahşap kapıları var. Buzdolabı yerine kullanırdık. Ruslar şaraplarını koyarmış. 1986’da bize elektrik geldi. Bütün ürünlerimizi orada saklardık. Ne bozulur, ne tadı değişir. Sular buz gibi olurdu. Yazın -5 dereceye inerdi. Bu mahsenlerden köyde 40-50 tane var. Birkaç komşu birleşip bir mahseni kullanırdı. Kapı kilitlenmezdi buralarda, hırsızlık olmaz.

-Yaylaya nasıl çıkardınız?

-Önce atla mezraya çıkar, daha sonra yaylaya çıkardık. Ot, buğday, saman getirirdik. 250 haneyiz, köylü birleşti, mezraya yol yapmaya karar verdi. Devletten sadece makine ve şoför alındı, yiyeceklerini ve mazotu köylü karşıladı. 1972 yılında çoğu köyün yolu yokken, biz mezraya bile yol yaptırdık. Buradaki köylerden daha ilerdeyiz. 1984’te köyümüzün yolları asfalt oldu. Evlerimiz yenilendi. Sondaj vuruldu, güneş enerjisiyle sulama suyu çıkardılar.

-Çocukluğunda ne oyunları oynardınız?

-Lik, çelik çomak, aşık oyunları oynardık.  Aşık oyunu hayvanların dizkapaklarından alınan kemiklerle oynanırdı. Onların sağı solu vardı. Sağ atan sağı, sol atan solu alırdı. Hangi elini kullanıyorsa ona göre alırdı. Eline oturmasa diğerini alırdı. Aşıkları dizer, uzak bir mesafeden atış yapardık. Vurduysak aşıkları tutardık, vuramasak aşıklarımız giderdi. Aşıklar bizim için çok değerliydi. Kiremitle çizgi oynardık.   

-Yaylada ne eğlenceler yapardınız?

-Türkü, mani söyler, oynar, eğlenirdik. Öküzlerle harman döverdik. Yorulur, yatardık; oyun oynayacak halimiz kalmazdı. Çocukluğumuz çalışmakla geçti. Yer yok; ahırın bacasında yatardık. Bazen de yağmur yağar, başka yere geçerdik.

-Ne yemekleri yaparlardı?

-Tandırda kete, erişte, silor, börek, katmer, kuymak, lor, peynir ve ekmek aşı.

-Kaysifeyi nasıl yaparlardı?

-Kara eriğin çekirdeği çıkarılarak kurutulur. Suda haşlanır. İçerisine ceviz içi doldurulup kapatılır; üzerine tereyağı, pekmez ya da şeker dökülerek fırına verilir. Çok lezzetli olur.

  • Askere gidenlere ne yiyecekler verilirdi?
  • Dağarcığına kete, katmer ve un helvası konurdu.

-Sizi tanıyalım?

-Ahlat Mahallesinden Hamza Çelik, 73 yaşındayım.

- Oyun oynarken söylediğiniz türkülerden söyler misiniz?

   “Al beni uşağikan

Yüzüm yumuşağikan

Sonra beni neylarsın

Buyuğum olur tikan

Dağ başında cegerak

Cegereka su gerek

Orta boyli yiğida

İnca belli kız gerek

Kayığı verdim suya

Ha yüriya yüriya

Ben seni saramadım

Sani saran kollar çüriya

-Ne oyunları oynardınız?

-“Tilki ila motozan, arayı bozan” diye bir oyunumuz vardı. Saklambacın gece oynananı... Bir kişi ebe olurdu. Diğer oyuncular bir yerlere gizlenirdi. Kimisi tuvalete, kimisi harman ve mereğe gizlenirdi. Arada bir bağırırlardı. “Tilki ila motozan, arayı bozan” diye. Ebe bunları bulup toplaması lazım...

Çostik: 9-10 taş üst üste konulurdu. Ebeyi seçerlerdi.2-3 metre öteden çizgi çizilirdi. Yuvarlak bir taşla yıkmaya çalışırlar. Çostik öteye gitti mi bu sefer vuramayan kişiler yassı taşlara ayağını basar. Ebe ona vuramaz. Taşa basmadan ebe elini vurdu mu, o ebe olur.

Toğmak: Karaağaç odunundan 2-3 kg ağırlığında sapı vardır. Gülle gibi kollar sallanarak atılır.

Südürük : 15 cm. uzunluğunda ki ağaç parçasının uçları yontulur. Ağaca değnekle vurulur. Karşı tarafın adamı yere bir değnek koyar. O oradan atar. Altından geçirirse sayı kazanır. Geçiremezsse südürükle oynamaya başlar. Ucuna vurur sıçratır. Vurduğu yerden südürüğün gittiği yere kadar adımla ölçer, ona göre sayı alır.

-Rus işgalinde neler yaşanmış?

-Savaş zamanı babam iki yaşındaymış. Dedem Halit Paşa’nın çetesi oluyor. Paşa Livane Deresi civarında Rusları engellemek için savaşıyor. Dedem postaymış, karakollar arası haber götürürmüş. Sisli bir günde Ruslara esir düşüyor. Harp bitiyor, tav tav sav sav olunuyor.

Dedemin ne öldüğü, ne kaldığı belli... Aradan 7 sene geçiyor, dedem çıkıp geliyor. Batum’da gemilerde yük boşalttırmışlar, pili bitmiş, göndermişler. Çok çalışmaktan Dursun dedemin gözleri tavuk körü olmuş. Her şeyi normal göremiyormuş. Birkaç sene sonra da ölüyor.

Babamın anasının tarafı da Rus zulmünden muhacir oluyor. Kış vakti bir inek, biraz yiyecek alıp çocuğunun kolundan tutup gidiyor. Nenemin kimsesi olmadığı için ileriye gidemiyor. Erzurum’a kadar gidenler varmış. Hatta Ahlat’ta Hocagillar derler, onlar ta Suriye-Şam’a kadar gitmişler. Sürüleri varmış, otara otara köylerde ırgatlık yapa yapa... Yedi sene sonra geri dönmüşler. Nenemgil Peterek’te kalırken inekleri ölüyor. Sabah kalkıyorlar ki üzerlerine kar yağmış.

-Daha başka ne anlatmak istersiniz?

-Karının biri kocasından nefret edermiş. Konuşurken hep “ bitlisin, bitlisin” dermiş. Eskiden de bit çok olurmuş. Araba yolu yok. Çayağzı’na yukarı patika yoldan giderken de kadın başlarmış, “bitlisin, bitlisin” demeye. Adamın canı boğazına çıkmış. Tutup bunu suya atıyor. Suya gömülüyor ama ellerini yukarıya kaldırıp bit öldürür gibi yapıp boğulup gidiyor.

….

  • Sizi tanıyabilir miyiz?
  • Mehmet Özdemiroğlu. Yusufeli Esnaf Sanatkârlar Odası başkanıyım.
  • İlçenizin taşınması hakkında ne düşünüyorsunuz?
  • Doğduğumuz, doyduğumuz topraklardan ayrılmak çok zor geliyor. Çocukluğumuzun geçtiği sokaklar, hatıralarımız burada. Mezarlıkta yatan büyüklerimiz var. Sular altında kalacaklar. Onları taşıyacağız ama o da başka bir acımız... Yusufeli çok zor günlerden geçiyor. Devleti için her zaman fedakârlık eden Yusufeli halkı bir kez daha ilçesini kaybederek fedakârlık yapmıştır.
  • İstimlak bedeli yeterli mi?
  • DSİ’nin işyerime verdiği kamulaştırma parasını, baraj olmayıp, kiraya verseydim hava parası da alırdım, daha kârlı olurdu. Bütün insanlar mağdur oldu. Burada dört dairesini satma bedeliyle ancak Artvin’de bir daire alabildiler. Esnaf da çok mağdur oldu.