Hicretin 13. senesinde; Hz. Ebû Bekir’in hilâfetinin sonlarında İslam Devleti, Bizans sınırlarına dayanmış idi. Dönemin Bizans İmparatoru Heraklius, bu vaziyetten ürküp İstanbul’dan Suriye’ye geldi ve büyük ordular toplayıp sevk etti.
Hz. Ebu Bekir (r.a.) bunu haber alınca hemen Şam hududundaki orduları bir yere topladı ve Yermük vadisinde toplanan iki yüz kırk bin kişilik Rum ordusu üzerine sevk etti. İslam askerinin adedi kırk altı bin olup içlerinde –yüzü Bedir gazilerinden- olmak üzere bin kadar Ashâb-ı Kirâm vardı. Ordu kumandanı bulunan Hz. Ebû Ubeyde (r.a.) Hâlid bin Velîd’i (r.a.) kendi yerine kumandan tayin etti. Ondan evvel Bizans ile Hz. Peygamberimiz zamanında Mute muharebesi vuku bulmuştu. O vakitte Hz. Hâlid Ehl-i İslâm’ı müşkil halden kurtarmış idi. Bu defa ordu kumandanlarına şöyle hitab etti:“Bugün, Allâh’ın sayılı günlerinden biridir. Bu gün öğünmek ve serkeşlik, itaatsizlik etmek lâyık değildir. İhlâsla cihad edin ve amelinizle Allâh’ı razı kılın. Nizam ve tertip üzere cenk eden topluluk ile böyle, dağınık olarak cenk lâyık olmaz. Hz. Ebû Bekir, sizi bir diğerinizle kolaylıkla uyuşursunuz, diye göndermiştir. İçinizden bazınız kumandan tayin olunsa, olunmayanlar için Allâh katında ve Resûlullâh’ın halîfesi yanında bir noksanlık vermez. Geliniz, şu düşmanlara bakınız, nasıl müheyya olmuş, hazırlanmışlar. Bu bir gündür ki, sonu vardır. Eğer bugün biz onları sürersek daima süreriz ve eğer onlar bizi bozarsa bundan sonra felah bulmayız.”
Yermük vadisinde çok şiddetli muharebeler meydana geldi. Hz. Hâlid’in çok yararlılıkları göründü. İslâm askeri öğle ve ikindiyi ima ile kıldılar. İmparatorun kardeşi de dâhil Rum tarafından yüz binden fazlası telef oldu. İslam askerinden ise üç bin kadar şehit vardı ki içlerinde İslâm’da kıdemli (ilk Müslüman) olan zatlar var idi. Ebû Süfyân’ın (r.a.) gözüne ok isabet etti. Hz. İkrime (r.a.)’da bu muharebede şehit oldu. Hz. İkrime şehit olduğunda, üzerinde 70’den fazla kılıç ve mızrak yarası vardı. Hz. İkrime, İslâmiyet’le şereflenince, çok samimi bir Müslüman olmuştur. Bu ihlâsının nişanesi olarak, savaştan savaşa at sırtında yıldırım gibi koşmuştur. Cesaretli ve çok iyi bir kumandandı. Müslümanlığa gönülden bağlanmıştı. Kur’an-ı Kerimi eline alınca, önce alnına koyar, sonra ağlamaya başlardı. Yermük zaferi bütün Şam beldelerinin fethine vesile olmuştur.
Savaş bittikten sonra başından geçenleri Huzeyfetü'l-Adevî (r.a.)’ten dinleyelim.
“Yermük muharebesinde idi. Çarpışmanın şiddeti geçmiş, ok ve mızrak darbeleri ile yaralanan Müslümanlar, düştükleri sıcak kumların üzerinde can vermeye başlamışlardı. Bu arada ben de, güçlükle kendimi toparlayarak, amcamın oğlunu aramaya başladım. Son anlarını yaşayan yaralıların arasında biraz dolaştıktan sonra, nihayet aradığımı buldum.
Su istiyor musun?
Bir kan seli içinde yatan amcamın oğlu, göz işaretleri ile bile zor konuşabiliyordu. Daha evvel hazırladığım su kırbasını göstererek dedim ki:
- Su istiyor musun?
Belli ki, istiyordu. Çünkü dudakları hararetten âdeta kavrulmuştu. Göz işareti ile, "Çabuk, hâlimi görmüyor musun?" der gibi bana bakıyordu. Ben kırbanın ağzını açtım, suyu kendisine doğru uzatırken, biraz ötede yaralıların arasında Hz. İkrime’nin sesi duyuldu:
- Su! Su! Ne olur, bir tek damla olsun, su!
Amcamın oğlu Hâris, bu feryâdı duyar duymaz, göz ve kaş işaretleriyle suyu hemen Hz. İkrime’ye götürmemi istedi.
Kızgın kumların üzerinde yatan şehitlerin aralarından koşa koşa, Hz. İkrime’ye yetiştim ve hemen kırbamı kendisine uzattım. İkrime hazretleri elini kırbaya uzatırken, Hz. Iyas’ın iniltisi duyuldu:
- Ne olur bir damla su verin! Allah rızâsı için bir damla su!
Bu feryâdı duyan Hz. İkrime, elini hemen geri çekerek suyu Iyas’a götürmemi işaret etti. Suyu o da içmedi.
Hepsi şehit oldular.
Ben kırbayı alarak şehitlerin arasından dolaşa dolaşa, Hz. Iyas’a yetiştiğim zaman, son nefesini Kelime-i Şehadet getirerek tamamladı. Derhal geri döndüm, koşa koşa Hz. İkrime’nin yanına geldim. Kırbayı uzatırken bir de ne göreyim? Onun da şehit olduğunu müşahede ettim.
Bari dedim, amcamın oğlu Hz. Hâris’e yetiştireyim. Koşa koşa ona geldim, ne çare ki, o da ateş gibi kumların üzerinde kavrula kavrula ruhunu teslim eylemişti. Hayatımda birçok hâdise ile karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandırmadı. Aralarında akrabalık gibi bir bağ bulunmadığı hâlde, bunların birbirine karşı bu derece fedakâr ve şefkatli hâlleri gıpta ile baktığım en büyük iman kuvveti tezahürü olarak hafızama âdeta nakşoldu!(1)
Ekmek gibi, su gibi, hava gibi ihtiyaç duyduğumuz şu İslam kardeşliği bu günlerde bize de ulaşırmı? Ulaşırsa bizde kardeş olduğumuzun şuuruna varırsak nemi olur. Artık kardeş olmadan başka çaremizin kalmadığını anlarız. İşte o zaman bize Ashab-ı Kiram’ın gösterdiği yolda yürümek kalır. Kardeşlik hukukuna önem verenlere, birbirimizin kardeşleri olduğumuz şuuru bilincinde yaşayanlara, yaşatanlara selam olsun.
(1) Bkz. Kurtubî, XVII, 28; Zeylaî, Nasbu’r-Râye, II, 318; Hâkim, III, 270/5058