Hasan ağa adında biri Horasan’dan gelip Saraydüzü ilçesi Bahşaşlı Köyü Zeyve Mahallesine yerleşmiştir.

Hasan ağa okur-yazar değildir. Eli açık, cömert bir kişidir.

Şeyh Aslan’ın 4. Göbekten torunu olan Ahmet Hoca isimli kişi 1935 yılında 80 yaşında vefat ettiğine göre, yapılan tahmini hesaplar göz önünde bulundurularak ve Osmanlı padişahlarından 4. Murat ve Abdülaziz’in güreş meraklısı olduğuna göre; onların dönemi olan 1655 ile 1775 yılları arasında yaşadığı tahmin edilmektedir.

4. Murat 1612–1640 yılları arası, Abdülaziz ise 1830–1876 yılları arası padişahlık yaptığı bilinmekte, rivayetlerde Tekkeşoğlu’nun şeyh olduğu ve müritlerinin olduğuna, öğrenci yetiştirdiğine dair bir bilgiye ulaşılamamıştır. Ancak kardeşi ile güreşirken babasının kardeşine yardım etmesi sonucu üzülüyor. O gece rüyasına aksakallı bir pirin girmesi ve “senin bileğini kimse bükemeyecek” demesi ve hakikaten o geceden sonra kendinden çok güçlü kimselerin bile onu yenememesi, sabanı ile öküzleri havaya kaldırılması olayları neticesinde kendisine sonradan şeyh unvanının halk tarafından verilmiş olabileceği düşünülmektedir.

Osmanlıda pehlivan tekkeleri kurulduğu hatta bazı pehlivanların bu tekkelerden maaş aldığı kayıtlarda yer almaktadır. Evliya Çelebi eserinde Güreşçiler Tekkesinden söz ederken “Tekke-i Tştikran” demektedir. Yine Boyabat yöresinde kullanılan “Güreş” yerine “Güleş” kelimesi de yine Evliya Çelebi’nin eserinde yer almaktadır. Zaviye ve tekke ile ilgili bilgilere gelince, genelde Osmanlıda, vakıf kapsamında ele alınan bu yerlere, devlet özel düzenlemeler getirmiş, vakıf nizamnameleri yayınlamıştır. Rivayete göre, güreşte gösterdiği başarıdan dolayı zamanın padişahı bugünkü Zeyve Mahallesi olarak bilinen köyün arazisini Tekkeşoğlu’na vermiş, o da burada elde ettiği kazançla imaret kurarak yemek dağıtımı yapmıştır. Arazinin zamanla Tekkeşoğlu’nun çocukları ve torunları arasında paylaştırılması ile küçülmüş, 1900 lü yılların başlarında imarethanenin yürütülmesi zorlaşmıştır.
 
Cumhuriyet dönemine kadar zorda olsa imarethane görevine devam etmiştir. Cumhuriyet döneminde tekke, zaviye ve imarethanelerin kapatılması ile bu gelenek son bulmuştur.

Senede Bir Gün
Köyün tamamı, Tekkeşoğlu’nun torunlarından olup “her gün yemek dağıtamazsak bile sadece senenin bir günü olsun et dağıtımına devam edelim” demişler.
 
Kurban bayramından bir gün önce (arife günü), o soydan gelen torunlar, aralarında para toplayarak büyükbaş bir hayvan alıp kurban keserler, etini çevre köylerden gelen fakirlere dağıtırlar. Şimdi, bir tane köyde bulunanlar alırken, bir tane de torunlarından Lütfi Aslan alarak iki tane büyükbaş hayvan kurban kesilirken, durumu iyi olanlar da ayrıca küçükbaş kurban kesip, etlerini çevreden gelen fakirlere dağıtmaktadırlar.
Hasan Ağa da bayramlarda kurban keser çevre köyleri çağırırmış. Bu gelenek Hasan ağa öldükten sonrada devam etmiş buranın adı da Zaviye olmuştur. Hasan Ağanın zamanında Zeyve olmuştur.

Ayağımı tutma baba!

Hasan Ağa, güreşi çok severmiş. Oğullarını güreşe hazırlarmış. Günlerden bir gün iki oğlu güreşe tutmuşlar. Büyük oğlu küçük oğlu Ali’nin oyununa gelmiş ve alta düşmüştür. Hasan ağa büyük oğlunun yenilmesini istememektedir. Ali’nin bacağından tutar. Ali hareket edemez. Babasına seslenir:
—Ayağımı tutma baba!
—Sen üstesin oğul. Bu kadar yardım edeyim.
—Güreş bu baba. Ayağımı bırakmazsan yenilirim.
—Yenmen şart değil oğlum. O senin büyüğün.
—Güreşte yaş olur mu? Bırak Baba!
Tekkeşoğlu, Ali’nin ayağını bırakmaz. Bu ara ağabeyi sıçrar, Ali’yi altına alır, sırtını yere getirir. Ali, bu işe çok içerler. Tekkeşoğlu, Ali’nin sırtını okşar, “aferin oğlum, yenemedin ama çok güzel güreştin”der, Ali:
—Bir de yenemedin diyorsun baba. Ben, onun sırtını yere getirecektim.
—Bu kadar hırslı olma oğul. O, senin ağabeyin.

Güreş bu, ağabeylik olur mu?

Tekkeşoğl, oğluna kızmıştı:
—Büyüğe saygın yok senin. Saygılı ol! Haddini bil
Hem yenilmek hem de paylanmak Ali’yi çok üzmüştü. O gece sabaha kadar hiç uyuyamaz. Bir ara kendinden geçmiştir. Aksakallı bir pir O’na güç verir. Artık, bileğini kimsenin bükemeyeceğini söyler.
Ali, ertesi gün babasına gider, özür diler, elini öper. Ağabeyi ile güreşmek istediğini kendisini bir kez daha sınayacağını söyler. Tekkeşoğlu oğluna:
—Peki, ağabeyinde hazırlansın. Güreşin.

Davul zurna çağırılır, güreş havası çalmaya başlar. İki kardeş karşı karşıya gelirler. Ali, kendisine çok güvenir. Peşrev yapılır, eller sıkılır. Güreş başlar.
Ali, hızla dalar. Ağabeyi, iyi karşılar. Ayrılırlar. Yeniden karşılaşırlar Ali, paçayı ele geçirir. Ağabeyi, kurtulmaya çabalar. Ali’nin çelmesi yetişir, ağabeyini yere serer. Bir kaplan gibi ağabeyinin üstüne atılır. Kurt kapanına geçer. Kündeyi vurur.

Ali, başarmakta iken, Tekkeşoğlu büyük oğluna yardıma koşar. Ali’nin ayağını tutar, çekmeye başlar. Ali, babasının bu çabasına gülmektedir. Ali’nin bileğini kimse bükemeyecekti, gücüne karşı gelemeyecekti. Sonunda ağabeyinin sırtını yere getirir.

Tekkeşoğlu

Artık, herkes Ali’ye, “Tekkeşoğlu” demeye başlar. Tekkeşoğlunun ünü, yakın zamanda çevreye yayılmıştır. Tekkeşoğlu, her güreştiğini yenmektedir. Pehlivan, sonraları güreşlerini uzatmaya başlar. Bu durum, baba Tekkeşoğlu’nun dikkatini çeker.
—Oğlum, sen yıldırım gibiydin. Şimdi güreşleri uzatıyorsun. Nedenini anlayamadım?
Tekkeşoğlu, babasına güler:
—Anlayamayacak bir şey yok baba. Ben kendime güveniyorum. Güreşi çabuk bitirdiğimde seyirciler zevk alamıyor. Öyle söylediler bana. Ben de onun için uzatıyorum. Onları heyecanlandırıyorum.
—Güreşirken hep bunları mı düşünüyorsun oğul?
—Kendine güvenen başka ne düşünür baba?
—Kafanda hep güreş var senin. Aklını hep ona çalıştırıyorsun.
—Evet, güreş yalnız bilekle olmaz. Kafayı da çalıştıracaksın baba.
 
Tekkeşoğlu, artık herkese meydan okumaktadır. Elinden tutacak yoktur. Daha çok, ününü duyan, uzaklardan gelen pehlivanlarla güreşmektedir.
Bu ara ağabeyi, adı bilinemeyen bir hastalığa yakalanıp günden güne erimektedir. Kısa zamanda göçer gider. Bu olay, aileyi derinden yaralamıştır. Ölenin karısı ortada kalır. Tekkeş ağa gelinini evinden ayırmak istememektedir. Bir gün oğlu Ali’yi karşısına alır:
—Bak oğlum, ağabeyine olduğu kadar geride bıraktıklarına da acıyorum. Ailenin devamını sağlamalıyız.
Tekkeşoğlu, babasının ne demek istediğini anlayamaz. O da ağabeyinin ölümüne çok üzülmektedir. Yüzüne bakar.
—Bak oğlum, Dul kalan gelinimle senin evlenmeni istiyorum. Ali’nin gözleri büyür:
—Ne diyorsun baba? Nasıl olur?
—Tek başına kalamaz ya kadın. Bu iş sana kalıyor.
—Yıllardır yenge demişim ona. Hem de aramızda yaş farkı var. — Olur mu baba?
—Oğlum, o, ağabeyinin emaneti bize.

Kurtuluş yolu yoktu. Çevrede buna benzer çok evlenmeler vardı. Bu iş, pehlivana çok zor gelir. Bir şey de diyemez. Bir süre güreşi de düşünmez. Kendisini tarla işlerine verir, avunur.

Buğday değil un

Bir gün tarlada tohum ekerken, yanına bir yabancı yaklaşır. Tohum çuvalının başına gider, ektiği tohumun cinsini sorar. Tekkeşolu zaten canı sıkkındır.

—Görüyorsun işte buğday. Yabancı:
— Görüyorum, buğday değil un.
Yabancı avucundaki buğdayı ovalıyor, oluşan unları yere döküyordu. Ali, bunu görüyor ama görmezden gelerek:
—Buralarda ne işin var, nereden gelip nereye gidiyorsun?
— Bunlar un, Sen buğday diyorsun. Buğday ile unu ayıramıyorsun. Sorumu nasıl bileceksin?
—Hele bir sor bakalım, belki biliriz.
—Zeyve’yi arıyorum.
—Ben de Zeyveliyim.

Bu ara sabanın kulpuna basar, sabanla birlikte öküzleri de havaya kaldırarak, havalanan öküzlere koşulu olan sabanın okunu köye doğru çevirerek Zeyve’yi gösterir. Yabancı şaşırmış kalmıştır. Ali’nin: “Görünen köy Zeyve’dir, dediğini bile duyamamıştır.”Bu köyde daha ne kadar güçlüler vardır acaba” diye düşünmeye başlamıştır. Tam bu sırada Tekkeşoğlu yabancıya:

—Sen, bu köyden kimi arıyorsun?
—Bu köyde, Tekkeşoğlu diye birini arıyorum.
—Öyle desene. Götüreyim sen, O’na.
—Sana zahmet olmasın. Artık O’nu bulurum ben.
—Olur mu öyle şey? Birlikte gidelim haydi.
Köye vardıklarında baba Tekkeş, evin önünde bir iş ile meşguldür. Oğlunun misafirle geldiğini görünce işini bırakır “hoş geldin” diyerek misafiri alıp eve çıkartır.
 
Tanışma faslı başlar
 
Misafir:
—Ben, İstanbul’dan geliyorum. Yani, padişahınızın adamıyım. Bu köyde ünlü bir pehlivan varmış. Ünü, padişahımızın kulağına kadar gelmiş. Haber aldığıma göre bu pehlivan sizin oğlunuz imiş. Padişahımız buyurdu ki, bu pehlivan İstanbul’a gelsin. Sarayda kalsın ve güreşsin. Tekkeş ağa:
—Peki, bunu kendisine niçin söylemedin?
—Daha senin oğlunu görmedim. Tekkeş ağa ayakta duran oğlunun yüzüne bakar. Bir sessizlik olur. Misafir durumu sezer.
—Yoksa bu delikanlı, ünlü pehlivan mı? Senin oğlun mu?
—Evet, oğlum.
—Adam, iri yapılı birini bekliyordu olmalı ki, biraz şaşırdı ve şaşkınlığını da gizlemedi:
—Doğrusu şaşırdım bu işe, saraydaki pehlivanlar geçiyor da gözümün önünden. Pehlivan Tekkeşoğlu:
—Ben de senin avucundaki buğdayların nasıl un olduğuna şaşırmıştım. Misafir:
—Demek, saban ve öküzleri tek kolunla kaldırarak bana gücünü mü göstermek istedin. Seninle İstanbul’a gideceğiz. Padişahımız seni bekliyor.
—Padişahın emri giderim. Fakat orada olur olmaz adamla güreşmem.

Heyecanlı bir yolculuktan sonra İstanbul’a varırlar. Padişah, Tekkeşoğlu’nun sözlerini öğrenince güler.”Demek olur olmaz adamla güreşmezmiş. Çağırın şunu bir göreyim”, diye emir verir. Tekkeşoğlu huzura alınır. Öğretildiği gibi etek öper, el pençe durur padişahın karşısında.

Tekkeşoğlu İstanbul’da

Padişah,  onu tepeden tırnağa süzer.”Ben de kapı gibi bir adam göreceğimi sanıyordum” der ve ekler:

—Zeyveli, güreş çene ile olmaz, bilek gücü ile yapılır.-
—Buyruğunuz doğrudur ama padişahım, eksiktir. Padişah acıyarak gülümser:
—Neymiş o eksik?
—Güreş çene ile yapılmaz. Yalnız bilekle de yapılmaz, akıl ve yürek ister.

Sarayda güreş hazırlığı başlamıştı. Çok sayıda ünlü pehlivan çağırılmıştı. İçlerinde birbirini tanımayanlar vardı. Tekkeşoğlu, hepsine yabancıydı. Sarı Gülle diye nam almış bir pehlivanla karşılaştırıldı. Sarı Gülle, iri yapılı biriydi. Ona göre çok cılız olan Tekkeşoğlu’ndan seyirciler bir şey beklemiyordu.
 
Peşrev, el sıkışma derken Tekkeşoğlu bir saldırdı, yakaladı, hemen sırtını yere getiriverdi. Ne olduğunu anlayamamıştı Sarı Gülle. Seyircilerde şaşırmıştı bu yenilgiye. Bu sıra diğer güreşler devam ediyordu. Tekkeşoğlu gurur ve bir çalımla padişahı da selamlamayı ihmal etmemişti.

Bu kez başka bir pehlivanla güreştirilecekti. Padişahın isteğiydi.

Çınar Hüseyin’le eşleştirildi. Çınar Hüseyin ünlü idi. Güreş başladı. Tekkeşoğlu birkaç kez daldı, yakalayamadı. Bu iş pek kolay olmayacaktı. Güreş uzuyordu. Çeşitli oyunlar uygulanıyordu. İkisi de bir sonuca varamıyordu. Başka güreşler sonuçlanmıştı. Alan, ikisine kalmıştı. Herkes, onları seyrediyordu. Bir ara Çınar, Tekkeşoğlu’nu altına aldı. Tekkeşoğlu sıçradı, kendisini kurtardı. Güreş bitmeyecek sanılıyordu. Bir an oldu. Birden Tekkeşoğlu’nun daldığı görüldü. Kispetinin paçasını kaptırmıştı Koca Çınar. Tekkeşoğlu fırsatı yakalamış, onu kendine çekiyordu. Kaldırdı, Koca Çınar’ı alana sırt üstü çarptı. Tekkeşoğlu, diz çökmüş padişahı selamlıyordu. Seyirciler bir daha şaşırmışlardı.

Dev Tekkeşoğlu

Başpehlivan Çınar Hüseyin’de yenilmişti. Artık, Tekkeşoğlu devleşmişti herkesin gözünde.
En başta, başpehlivan Demir Mahir vardı. Son maç onunla olacaktı. Bir gün sonra 120 okkalık Demir Mahir ile güreşecekti.
Sabah oldu. Güreş alanı kalabalıktı. Pehlivanlar alanda yerlerini almışlar hazır bekliyorlardı. Daha padişah gelmemişti. Güreşin başlaması için padişahın gelmesi bekleniyordu. Herkes güreşin sonunu hem merak ediyor ve herkeste Demir Mahir’in güreşi alacağını tahmin ediyordu. Tekkeşoğlu için “çetin ceviz, kolay yenilmez” diyenlerde vardı. Çünkü bir gün önceki güreşleri hala gözlerinin önündeydi.
Nihayet padişah göründü. Geliyordu. Alandakilerin hepsi aya katlılar, padişaha selam duruyorlardı. Padişahın yerine oturup “başlasın” emriyle güreş başladı.

Demir Mahir, Tekkeşoğlu’nu bir iki denedikten sonra kucaklayıp savurmak istedi. Başaramadı. Öfkeli ve hızlı hızlı saldırdı. Yine bir sonuç alamadı. Bu çabalardan sonra, karşısındakinin küçük cüssesine karşın, hemen işi bitirecek cinsten olmadığını anladı. Daha ölçülü güreşmeye başladı. Bir ara Tekkeşoğlu, birden daldı. Koskoca Mahir’i şilte gibi kaldırdı, çevirdi ve alana fırlattı. Mahir neye uğradığını anlayamamış, boş bulunmuştu. Kolunun üstüne düştü. Koca gövdenin ağırlığı ile “çat” diye bir ses çıkartarak kolu kırılmıştı. Güreşe devam edemezdi. Güreş, kimi için başarılı, kimi için üzücü bir şekilde sona ermişti.

Padişah Üzülüyor

Tekkeşoğlu, padişahın önünde diz çöktü. Padişah bir süre sustu. Onu kutlar görünürken, Mahir’in sakatlanmasını yenilme saymadı. Çok üzüldüğü seziliyordu. Bir ay sonra yabancı ülkelerden pehlivanlar gelecekti. Mahir pehlivanı yenecek yoktu. Türk pehlivanlarının başı ve en güçlü kozu Mahir pehlivan idi. Padişah bunları düşünürken, Tekkeşoğlu bu güreşi kendisi için başarı görüyordu. Başı dönmüştü. Padişaha karşı: “Ondan hayır gelmez padişahım. Kalıbı iyi, yüreği kafası yok,”demez mi?
Padişah bu küçük cüsseli, yaman pehlivanı çok küstah buldu. Onu azarladı. Tekkeşoğlu daha da ileri gitti. Ölçüyü kaçırmıştı. Padişahın sabrını taşırmıştı.

Padişah, kendisine küstahça davranan bu pehlivanın başının vurulmasını ferman buyurdu.
Tekkeşoğlu’nu Zeyve’den getiren mabeyincinin gönlü öldürülmesine elvermedi. Tekkeşoğlu’nu kaçırdılar. Bir tavşan kesip onun gömleğini tavşankanına soktular. Padişaha buyruğunun yerine getirildiğini söylediler. Yaman bir pehlivanı ölümden kurtarmışlardı. Tekkeşoğlu gizlice köyüne döndü. Ortalıkta görünmemeye çalışarak kendi halinde yaşamını sürdürmeye başladı. İstanbul O’nu ölmüş biliyordu.
Padişah, yabancı pehlivanlara karşı güreştirilecek pehlivan arıyordu.

Mabeyinci yine huzura vardı. Etek öptü.

“Padişahım, izin verin, Zeyve’ye gideyim. Belki Tekkeşoğlu’nu bulduğum gibi başka bir pehlivan daha bulurum, orası pehlivan yatağı” dedi.

Padişah izin verir, yola çıkar. Aslında padişahın öfkeye kapılıp Tekkeşoğlu’nu öldürdüğüne pişman olduğunu çevresi de anlamıştır.
Mabeyinci Zeyve’ye geldi ve doğrudan Tekkeşoğlu’nun evine gitti. Tekkeşoğlu padişahın adamlarını geldiğini görünce çok heyecanlandı. Ama gelenin kim olduğunu anlayınca heyecanı yerini rahatlığa bırakmıştı. Mabeyinci ile kucaklaştı, hoş beş ettikten sonra Mabeyinci:

—Dinle Tekkeşoğlu, Yabancılarla güreş günü yaklaştı. Benimle İstanbul’a gideceksin.
—Aman beyim, padişah beni görünce, başım gider bu kez.
—Bıyıklarını, saçlarını ustura ile kazıtacağız, seni Tekkeşoğlu’nun kardeşi diye tanıtacağız. Tekkeşoğlu, bu teklifi kabul eder ve İstanbul’a doğru yola çıkılır.

Padişahı kandırırlar

İstanbul’a varılır. Huzura çıkarılır. Padişah Tekkeşoğlu’nu tanıyamaz. Kardeşi diye tanıtırlar. Güreşlere başlanır. İyi sonuçlar alınır. Herkes bu gencin Tekkeşoğlu’ndan daha yaman olduğu görüşündedirler.

Yabancılara karşı iyi bir hazırlık yapılmış oluyordu.

Büyük gün geldi. Herkesin heyecanla beklediği günb

Yabancılarla güreş tutulacaktı. İşin ucunda dünyaya karşı galip gelme heyecanı ve arzusu vardı. Koca alan, hınca hınç dolmuştu. Davullar, zurnalar çalmaya başlamıştı. Zaten heyecanlı olan halk, güreşçiler ve özellikle de padişah’ın heyecanı bir o kadar daha artmıştı.

Küçüklerden güreşler başladı. Güreşlerde Türkler başarılı oluyordu. Ama herkesin merak ettiği başpehlivanlık güreşiydi. Sıra başpehlivanlık güreşine geldi. Başpehlivanları cazgır alana davet etti. Yabancı başpehlivan dağ gibi bir adamdı. Kesik saçları, demir gibi kolları, çok güçlü bacakları olduğu herkes tarafından görünüyordu. Sanki insan değil, mermerden yapılmış bir heykele benziyordu.

Tekkeşoğlu, yanında çok küçük kalıyordu. Seyircilerin çoğu içlerinden “Ah! Mahir, sakatlanmasaydı” diye göğsünü geçiriyordu. Yabancılar ise Tekkeşoğlu’nun başa güreşeceğini görünce “babasının işi vardı da acaba yerine oğlunu mu gönderdi?” diye dalga geçiyorlardı.

Güreş başladı.

Yabancı pehlivan, bu küçük adamı bir an önce yere sermek için saldırıya geçti. Fakat seyirciler kadar o da şaşırdı. Çünkü ele avuca gelmiyordu. Herkes biraz ümitlenmiş, Tekkeşoğlu’nun yapacağı hareketi beklemeye başlamıştı.

Tekkeşoğlu, saldırıya geçince, yabancı pehlivan savunmaya başladı. Dev gibi boyu ile Tekkeşoğlu’nun karşısında sanki küçülmüş, erimişti. Seyirciler, Tekkeşoğlu’nu büyümüş, kükreyen bir aslan olarak görmeye başladılar. Kol çekiyor, tırpan atıyordu. Bir anda koca sarışın pehlivan, Tekkeşoğlu’nun kollarında havada dönmeye başladı.

Sanki bir çocuk boğayı omuzlamış gibi. Seyirciler gözlerine inanamıyorlardı.

Tekkeşoğlu, sarışın devi, yıldırım hızı ile yere çarptı. Belinden yakaladı, kaldırdı, sırt üstü yere serdi. Seyirciler alkışa başladı. Herkes ayakta alkışlıyordu. Padişahta Tekkeşoğlu’nu alkışlıyordu.

Köyüne dönüyor

Sonra köyüne dönüyor, padişahın kendine vakıf ettiği arazinin geliri ile imarethane açıp fakirlere ve yolculara yemek dağıtmaya başlıyor. Köyünde vefat ediyor.

Bugün mezarı Saraydüzü ilçesine 2km uzakta olan Zeyve Köyündedir.

12x17metre ebadında 50cm taş duvar ve üzerinde 70cm demir parmaklıkla çevrilidir. Mezar taşında bir sembol vardır. Bu sembolün güç sembolü olduğu söylenmektedir. Bu sembol üçgen ortasında bir çember ve çemberin içinde tanımlayamadığımız bir şekil vardır.
Bu taş, Saraydüzü Merkez Camii inşa edilirken oradan alınarak Saraydüzü’ne götürülmüş fakat ertesi sabah taş konulduğu yerde bulunamamış, birde bakarlar ki taş, yerine gelmiş. Bu olay halk tarafından şaşkınlıkla karşılanmıştır.
Sağ ve solunda da birer mezar vardır. Üç mezar 5x5 metre ebadında çevrilmiştir. Yanlarındakilerin ise babası ve ağabeyi olduğu rivayet edilmektedir.
Kaynaklar: Hüseyin Bulut(Bimer başvurusu üzerine hazırlanan rapor)

              Lütfi Aslan(Torun)
              Bekir Başoğlu( Boyabat Folkloru Kitabı)