Bugün yazıma üç hatıra anlatmakla başlamak istiyorum.
1.70’li yıllardı. Başekin Köyü’üne içme suyu gelmişti. Yukarı Mahalle ile Orta Mahalle arasında ilkokul vardı. Öğretmen, okula da su ayrılmasını istiyordu. Hem öğretmen su taşımadan kurtulacak. Hem öğrenciler şişelerle içme suyu taşımayacak. Lavabolarda taşıma suyuna ihtiyaç kalmayıp bol su ile temizlik yapılacak hem de okulun bahçesine ağaçlar dikilecekti. Ama Orta Mahalle suyum azalır korkusuyla su vermek istemiyordu. Sonra muhtarın desteği ile su verildi. Öğretmen ve öğrenciler rahatladı. Okulun bahçesi ağaçlandırıldı.

10 sene sonra öğretmenin ataması yapıldı. Kamyona eşyaları yükleniyor. Su vermek istemeyenlerden bir yaşlı kendi kendine ve yüksek sesle şöyle diyordu:

“Boşuna su vermemek için uğraşmışım, öğretmen sadece kendi eşyalarını yüklüyor, dikip büyüttüğü meyve ağaçlarını söküp götürmüyor”.

2. Birgün Ankara’da bir toplantıdayım. Türkiye’nin hemen her tarafından katılımcılar var. Tanışma faslında Boyabatlı olduğumu söyleyince bana birisi şu hikâyeyi anlattı.

“Kayserili bir iş adamıyla Boyabatlı bir iş adamı sohbet ediyorlar. (Bana Boyabatlı iş adamının ismin de verdi) Kayserili : “Biz zenginliğimizi kibirsiz olduğumuza borçluyuz. Örneğin; pekmez yerken içine sinek düşse o pekmezi atmayız. İçinden sineği atar, pekmezi yine yeriz”, diyor. Boyabatlı iş adamı ise: “O şekilde bir durumla karşılaşırsak, sineği alırız, kanatlarını açarız, kanatlarına bulaşan pekmezi yalar sineği o zaman atarız” diyor. Geldiğimde o iş adamına böyle bir olay oldu mu diye sorduğumda sadece gülümsedi.

3. Birgün Peygamber Efendimiz sahabeleri ile yürürken bir köpek leşine rastlıyorlar. Herkes burnunu tutup kafasını çevirirken O “Hay mubarek hay, dişleri de ne güzelmiş” diyor.

Kim insanlık namına zerre kadar faydalı bir iş yaparsa; benim yanımda değerlidir. İnsanların hep güzel taraflarını görüp ona göre değerlendirmeyi severim.

“Boyabat” isminin geçtiği her gazete, her kitap, Tv de ki yazılar beni heyecanlandırıyor.

Geçen ay Oğuz Saygın Hoca’nın konferansını izledim. Katılım az olduğu için “Bir Saatten Ne Olur” başlıklı yazıma; niçin İlyas Yılmazer’in konferansına ait yazmadınız? diye eleştirel yorum aldım. O dönemde Boyabat’ta olmadığım için konferansından haberim dahi olmamıştı.

Benim için siyasi görüşlerin hiç önemi yoktur. Elbette herkesin görüşü olacaktır. 

Gelen konuşmacınında herkesin görüşünde olması imkânsızdır. Her görüşü dinlemeli ve konferansın sonunda sorular sorularak açıklamaları dinlenmelidir.

Mümtazer Türköne’de geldi. Konuştu. Konuşması basitti. Beklediklerimizi konuşmadı ama kendisine yöneltilen sorular çok kaliteliydi. Bazısına cevap verdi. Bazısına vermedi. Demek ki, işin doğrusuı konferanslara gelip dinlemek ve sorular sormaktır. Konferansçının gönüllerimize su serpmesini beklememek gerekir, diye düşünüyorum.

Mümtazer Türköne hakkında yorum yapmıyorum. Sadece konferanstan bir gün sonra gazetesinde yayımladığı makaleden bazı bölümleri aşağıya alıyorum.

 “Dünyaya Boyabat’tan bakmak

Dün memleketim Boyabat’ta idim. Hemşerilerimle hasbıhal ettim. Ecdadımın hayatlarını sürdürdüğü ve mezarlarının bulunduğu köyüme, Akyörük’e uğradım. Boyabat, Türkiye’nin şahsiyeti ve asaleti muhkem heybetli köşelerinden biri. Bu ülkenin eczasını merak edenler benim memleketimde her cüzünü eksiksiz bulabilirler. En az bin yıllık tarihin her ayrıntısına, o köşeden parmaklarınızla dokunabilirsiniz. Bu vatana özgü derin irfanı, bu toprakların şekillendirdiği insanı Boyabat’ta dipdiri görebilirsiniz. 

Mesafeler kısalırken, dünya küçülüyor ve farklılıklar ortadan kalkıyor. Hepimiz aynı vatanda, aynı kaderi paylaşıyoruz. 

Boyabat Kaymakamı Bilal Bozdemir’in misafiri idim. Bir Mülkiyeli olarak mülki idare mesleğindeki değişimi yakından takip ederim. Son yıllarda Türkiye, biraz da onların ellerinde şekillendi. Boyabat’taki gibi her ilçede, elindeki imkânları sonuna kadar kullanarak projeler üreten, hemen gerçekleştireceği hayallerin peşinden giden kaymakamlar var. Ne var ki Türkiye’nin taşra dinamikleri zaman içinde çok değişti. Köyler boşalmış vaziyette. 107 köye, çoğu yaşlılardan meydana gelen 16 bin nüfusa hizmet götürmenin, yatırım yapmanın bedeli her geçen gün ağırlaşıyor. Eskiden olduğu gibi rençberlik, çiftçilik ve ev içi ekonomisi düzeni içinde tarımı sürdürmek imkânsız hale geliyor. İşletme usulü tarımcılığa geçilmesi gerekiyor. Tarımsal faaliyetin, her alanda bir işletme mantığı içinde yürütülmesi artık çağın vazgeçilmezlerinden. Bunun için veraset yoluyla parçalanan arazilerin toplulaştırılması ve tarım veya hayvancılıkla uğraşanların doğrudan müteşebbislere dönüşmesi lazım. 

Türkiye’nin geleceğini karartan nüfus problemi de köy-kent denkleminden kaynaklanıyor.  Nüfus kural olarak şehirde değil köyde, daha doğrusu kırsal kesimde artıyor. Sanayileşmenin peşinden gelen şehirleşme, aynı zamanda toplumun özgürleşmesi ve birbirine entegre olması demek. Şehirlerin cazibesi ile rekabet edecek ve nüfusu kırsal kesimde üretken vaziyette tutacak köklü bir tarım reformuna ihtiyaç var. Eğitim sisteminin içinde yuvarlandığı kriz, taşrada daha bariz görülüyor. Doktriner eğitimin dar kalıplarından ve alışkanlıklarından kurtulamamış olan okulları, ancak rekabete açarak ıslah etmek mümkün. Hayatla eğitim arasında derin bir uçurum var. Yepyeni bir kurgu ile işleyen rekabetçi bir eğitim sistemini inşa etmemiz gerekiyor.

Boyabat, bu ülkeyi yerinde tutan sağlam çivilerden biri. Boyabat sağlam duruyorsa bu memleketin geleceğinden kimse endişe etmemeli. Hemşerilerimle konuştum; Boyabatlılar Türkiye’yi ve dünyadaki gelişmeleri sağlam ölçülerle ve derin bilgilerle takip ediyorlar. Demokrasi işlediğine göre demek ki her şey kontrol altında. Kuşkunuz olmasın: Evelallah bu ülkenin sırtını kimse yere getiremez.”