SEZAİ KARAKOÇ’UN KIYAMET AŞISI İSİMLİ ESERİNDEN DÜNYADA ÖZLENEN MÜSLÜMAN VASIFLARINA DAİR BİR DENEME
 
“Müslüman’ın birinci özelliği, yüreğinde beyaz bir kıyamet beneği taşımaksa, ikinci işareti, yüzünden ve dudaklarından başlayarak duruş ve davranışlarına kadar bir sabır atmosferini varlığına sindirmiş olmasıdır.
Neden biz Müslümanların başarıları bu çağda hep kesik kesiktir? Bir yatır sabrına her birimiz, tek tek ulaşamadık ta ondan. Çünkü sabır, başarının tohumudur. Eseri verimlendiren, yeşerten, sağ ve diri tutan odur. Bir iş bir dakika önce olmaz, bir dakika sonraya da kalmaz. İşte sabır, bu kader sırrına ermektir. Yani işi bir dakika sonraya bırakma tembelliğinden kaçınma ve korunma iradesi demektir sabır. Kader, eşyanın tabiatına yaratıcının kattığı bir sabırdır adeta. İşte bundandır: sabır şuuruna varmış Müslüman bir bakıma da, kaderin şuuruna varmıştır.. Adeta sabır, Müslüman’ın içinde, bir kader bilgisi gibi çalışır. Öbür dünyada amel defterinin sağdan verilmesi için bu dünyada adeta her zaman sağ elimizde bir sabır kitabı bulunmalıdır.” [1]
Gülümseme yüzün zekâtıdır. Onu arıtır, ışıtır.
Sabrın zekâtı cihadtır. Cihad, sabrın dinamiğidir. Müslüman’ın sabrı, pasif sabırlardan, Müslüman’ın tevekkülü ölü tevekküllerden değildir. Müslüman’ın sabrı bir doğum sancısı gibi, yeni bir dünyaya gebedir.” [2]
Her Müslüman bir sancak adamıdır. Her an durmamacasına üstünde ve içinde bir sancak taşıyandır o. O hangi topluluğa girse oraya sanki bir sancak girmiştir.
Her Müslüman sancak gibi başlı başına bir semboldür. Kendi dâvasının sembolüdür. İçi kaynar, fakat dışı sakindir.
Tek başına olsun, toplulukta olsun, Müslüman, İslâm’ın bir arması gibi hemen ayrılır, fark edilir öbür insanlardan.
Her Müslüman, arştan bir haberi, bir görünüşü, bir rengi, bir çizgiyi, bir dokuyu beraberinde bulunduruyor gibidir.
Sancakla bayrak arasındaki ilişki, altınla para arasındaki ilişki gibidir. Sancak, bayrağın altın karşılığıdır. Müslüman da insanın!
Müslüman geldi, insan insan oldu. Müslüman gitti, insan yok oldu.
Müslüman da, İslâm toplumunda bir sancaktan başkası değildir.
Müslüman, bir sancak çağlayanıdır.
Bu çağ, işte bu Müslüman’ı bekliyor. Asya bu Müslüman’ı bekliyor. Afrika bu Müslüman’ı!
Müslüman’ı bir sancağa çeviren mucize, vahyin mucizesi Kur’an’dır. Kur’an’ın abıhayatından içtik de bir sancak olarak dirildik. Ondan bir ışık vurdu da aydınlandık. O aynaya baka baka değiştik. Demirimiz onun örsünde çeliğe döndü. Ölümsüz boyayı ondan aldık. Direğimiz de hannane ağacından.
Her Müslüman yüreğinde arştan inmiş bir sancak taşır.
Bir sancak kaygısı taşır her Müslüman.
Her Müslüman bir sancaktır.” [3]
“Abdest, bir ayın vücudumuzda yüzümüzden aşağıya doğru boşanışı değil midir?
Namazsa günde beş kere kapımızı çalan güneştir.
Oruç, içimizde batmayan bir ayın geceden gündüze taşınmasıdır.[4]
“Müslüman’ı öbür insanlardan ayıran özelliklerden biri de, bir gece yolculuğunun izini yüzünde taşımasıdır. Bu yorgunluk izi değil, bir sıhhat izidir. Miraç izidir bu…
Her şeyden önce onun yüzünde miracının izlerini, bir gece yolculuğunun derin çizgilerini arar ve görür.” [5]
“Kendi görüş alanının ötesinde bir âlemin en keskin bir varlık şartıyla var olduğunu bilendir Müslüman. Öte dünyaya, hesaba, cennet ve cehenneme, kadere, mucizelere ve bütün bunları getiren bir ebabil kuşu dünyasına, onları toplayan ve çevreleyen gayb dünyasına, en az bu dünyaya inandıkları kadar inanırlar. En az diyoruz, çünkü: bu dünya, görünenlerin bütünü, görünmeyen dünyanın bir çıkması, bir dipnotu gibi bir şeydir. Aysbergde olduğu gibi, görünen dünya, suyun yüzündeki onda birdir. Sanki bu dünya, öte dünyanın bir öşrüdür. Hilkatin onda dokuzuysa, suyun altında, yani görünmeyen dünya!” [6]
“Batılı insan, turist olur, olabilir ama hicret adamı olamaz. Müslüman’sa, turistken de hicret adamıdır.
Bu dünyada hicrettedirler. Bu çağda hicrettedirler. Bu ülkede hicrettedirler.
Takvimleri hicretle başlar.
Çile bir hicrettir. Çilesini bitiren Müslüman, hicretini tüketip Medine’sine ermiş olandır.
Her namaz, bu yerlerden bir hicrettir. Oruç, vücudun eşyadan hicretidir. Hac bir hicrettir. Zekât bile malın maldan hicretidir. İşte Müslüman, en büyük yakınlığa ermek için bu iç içe hicret pınarlarında yunan kişidir. Müslüman, hicretle gusl etmiş kişidir. Müslüman, hicretle teyemmüm etmiştir.” [7]
“Her Müslüman korkutucu ve muştucudur. Kendi adına korkutup muştulamaz; korkutmak ve muştulamak, bir miras ve bir ödevdir ona.
Yahudi için gelecek zaman yoktur ki, muştu olsun. O, kanının son zerresine kadar zulme batmıştır. Yahudi, yoksulun hakkından bile bir zulüm doktrininin anıtını yükseltmesini bilmiş kara bir dehadır. Zulmün, inkârın, güvensizliğin, kuşku ve korkunun dehasıdır Yahudi. Bütün hazzı, yıkmakta, çürütmekte, çökertmekte… O, gökten kudret helvası yağarken sarımsak isteyendir. Peygamber öldürendir. Komünist bir terör işçisidir.
Bir anlamda, korku ve muştu, yalnız İslâm’da bir sistem dengesine kavuşur. Peygamberler, hem korkuttular, hem muştuladılar. Korkutma ve umutlandırma buyruğu, yeryüzünde onlardan yalnız Müslümanlara miras kaldı. Birbirinden ayrılmayan, birbirini tamamlayan, biri olmayınca öbürü de olmayan Allah korkusu ve Allah sevgisinin çağımızda tek çağırıcısı Müslümanlardır.” [8]
“Tenhalarda işlediğimiz günahları tenhalarda tövbe yoluyla çıkarmalıyız. Topluluklarda işlediğimiz suçları da, ceza yoluyla, yine topluluklarda ödemeliyiz.” [9]
İnancın yarısı utançtır! Ama nasıl utanç? Kalpten ansızın fırlayarak kızartısını yüze vuran kanın utancından, peygamber neslinin duvarları önünde kendi duvarını yükseltmeyip yıkmaktan, peygamber karşısında sesini yükseltmeyip indirmekten, kul olma şuuru içinde, her saniye mutlak bir göz tarafından, her kımıldanışının gözlendiğine inanmaya ve ona göre davranmaya kadar ulaşan bir utançtır, yani hayâdır.
İnanmayan insanın utanacağı bir üstü dolayısıyla utancı yoktur.[10]
“Yahudi, bütün inancını kaybetmiş bir eski zaman kalıntısıdır. Peygamberlerin önünde utanmayıp seslerini yükselttiklerinden bu yana, her şeye sahip olsalar da bu tarihî ukde yüzünden mutsuzdurlar. Utançsız adam mutsuzdur.
Müslüman’sa her şeyden önce Allah’tan utanır. Yaratılmış olmaktan utanır. Daha doğrusu, yaratılmış olma şanının hakkını verememekten korkusu ve utancı vardır.
Bizim ümanizmamızın birinci sütunu, hayâdır. İslâm ümanizması, mimarîde, sonsuzluk duygusunu veren kubbe yumuşaklığıysa, şiirde na’tsa, insanda da hayâdır. İslâm ahlâkına sonsuzluk duygusunu veren, sonsuzluk salıntısını yerleştiren hayâdır.” [11]
“Gerçekte, yalnız kalbi olanlar, Müslümanlardır. İçinden yanan bir kalp, Allah için, dost için atan kalp, yalnız onun kalbidir.
Vasıtası kalp olan bir hakikatin tesirini hangi vasıta, hangi tesir yok edebilir?” [12]
“Her Müslüman’ın içinde bir Son Sınır vardır. Bir son sınır ki, aşk, geçen bin yılların etkisi gibi gelip ona bir biçim vermiştir. Arkasında akıl ve âraf, önünde aşk ve cennet.
Son sınırda insana verilen gök armağanına aşk demişler.” [13]
“Müslüman korku çitini aştıktan, sevinç bölgesini geçtikten sonra güven alanına ayak basar. Yol, her zaman uçurumu yener.
Sabır, tevekkül, teslim oluş, güven bölgesinin basamaklarıdır. Müslüman kendisini ve işlerini, tek ısmarlanacak yere ısmarlamıştır. Yerden fışkıran ve gökten yağan nimetlerin etrafında bu ısmarlayıştan bir ışık kuşağı vardır. O nimetlerle birlikte, gökten güven de boşanır, yerden güven de fışkırır. Çünkü: Yaratıcı, bu bölgede, ölmeden önce ölerek kendisine teslim olan kulundan razı olmuştur.
Kalp, yumuşadıkça sağlamlaşır. Duyguları sabrı kavrayacak bir yatak haline getirirler. Namaz, hiç saat kaybetmeden mühleti müspet olarak dolduran yol olur, oruç ta, o yolda önümüzü görmemiz ve kutlu izi kaybetmememiz için ışık yakar, meşale tutar.” [14]
“Müslüman, kaynağa doğru yürür, kaynakta karışan şarabı kurutur ve suyu kurtarır.
Yalnız ona ganimet yasak edilmedi. Çünkü: yalnız, o, ganimete batsa da, gözü ilerde, ayağı toprakta, fakat gönlü yüksektedir. O, ganimete dokunduğu için düşmez, ganimeti yükseltir. Ganimet, o el sürdüğü için, kutlu olur. Bu ümmetten önce hiçbir ümmete bu korkusuzluk, bu güven bağışlanmadı. Bütün dünya nimetleri ona bağışlandı. Çünkü: o, peşin ve toptan, dünya nimetlerinden vazgeçmiştir. Onun için dünyadan kaçmaz o. Dünyanın üzerine yürür. Dünyanın üzerine dünya için yürümez, öte dünya için yürür.
Müslüman, çevresini de, eşyayı da İslâm’ın istediği konuma göre yerinden oynatıp yeniden yerleştirmekle ödevlidir, bu ödevin şair mimarı olduğu için, dağ manastırlarında içlenip yosun bağlamak yerine, açık sulara hür kılıçlar gibi bırakıldı.
İçki, şuurun ölümü; rahiplik, dünyayla savaşın ölümüdür. İşte, Müslüman, bu türlü ölümlerden korunmuş bir diriliş soyudur. Namaz, onu, günün beş diriliş vaktinin birinden öbürüne sağ, diri ve canlı taşıyandır. Oruç, ruhun ölümünü hazırlayan şuur ve vücut kireçlenmelerini erite erite onun diriliğini ayakta tutandır. Namaz ve oruç, insanın gerçek dirilişinin ve diriliğinin iki şartıdır. Onlarsız insan, yürüyen, yiyen, konuşan ölüden farksızdır. Namaz ve oruç, bir insanda gerçekleştikçe insandaki diriliş keskinliği artar; insan, diriliş basamaklarında adım adım yükselir. Öyle yükselir ki, onun bugünden gördüğü ileriyi, çıplak gözle gördüğü gelecek zamanı, siz oraya ve o vakte vardığınız zaman bile göremezsiniz. Siz, o günü, onun kadar anlayamaz ve değerlendiremezsiniz o gün bile. Çünkü: siz, belki eşyaya göre diri, ama (zaman) a göre ölüsünüz. Fakat o, (zaman) a göre de diridir. Siz, eşyayı nasıl çıplak gözle görüyorsanız, o, (zaman) ı öyle çıplak gözle görür.
Zaman, onun elinde, yıkanması gereken bir ölüdür.
Onun elinde ölü zaman yıkanarak dirilir.
Onlar, bu dünyayı, gerekince, suyla yıkadılar, kanla yıkadılar. Şimdi de zamanı yıkayacaklar.” [15]
“Grek medeniyeti, zamanı ayakta tutmak için, kendi kalbini mermere veriyor, zamanı, canlandırdığı mermerle dolduruyordu.
Şimdi, tekrar yeraltından çıkarılan bu ölü medeniyet, bir yandan ölüm, bir yandan da bir zaman ürpertisiyle, daha doğrusu ölü bir zamanın ürpertisiyle insanı sarsıyor.
Roma, zamanı diri tutmakta, tarihten faydalanıyordu. Bu, bir nevi, zamanın kendi kendisiyle karşılaşmasıydı. Bir anlamda zaman kendi üstüne katlanıyordu. Bir açıdan, tarihle zamanın eşitleşmesidir Roma. Roma’da, zamanın yaşatıcı besini, tarih, savaş ve zaferdi. Savaş ve zafer yoksa zaman durmuş demekti, yoktu adeta.. Adeta zaman Roma’da daha geçmeden tarih oluyordu. Böylece zaman nerede bitiyordu, tarih nerede başlıyordu, ayrılmıyordu. Grek medeniyetinde tabiat, Roma’da tarih, zamanın birinci ve belli başlı payandası oluyordu.
İslâm, ruhun, hakikat özünü son olarak zamana üfleyen ve onu dirilten ilâhi bir bağış oldu insanlığa.
İslâm, iman, namaz, oruç, Kur’an kuvvetleriyle ruhu, Allah’ı ilk görüp tasdik ettiği hilkatteki haline eş bir diriliğe kavuşturur. Ruh, diriliğin gerçek kaynağı Allah’ı görmekle dirilir. Bunun dindeki adı, ihsandır.” [16]
“Ashab-ı Kehf, içinde bulunduğu zamandan en az üç yüz yıl ilerideydi; onun için, uyutulup kendi zamanlarına bekletildiler. Öyle şiddetli bir inançla inanmıştılar ki, zaman, onlara, ancak, üç yüz yıl sonra, o da, belki de dış çizgiler yönünden ulaşabilecekti. Demek ki, Ashab-ı Kehf vakasında, mucize, zaman üzerinde oluyordu. İnsanın, zamanı, kendisine yetişsin diye durup beklemesinin mucizeleşmiş sembolüdür Ashab-ı Kehf’in uykusu bir bakıma. Bahar, en canlandırıcı mevsim olduğu halde, neden, uyku en çok o mevsimdedir? İçinde en çok zaman taşıyan, öbür mevsimlerin zamanını, kendi zamanının açılışı gibi içinde taşıyan mevsimdir de ondan. Düşün sağlamı vahyin gölgesini taşır üzerinde.” [17]
“Namaz bir Müslüman’ı en keskin çizgilerle Müslüman olmayanlardan ayırır. Fizik bakımından bile ayırır. Oruca gelince, en zayıf çağlarımızda bile, ramazan ayı geldi mi, İslâm dünyasında esen uhrevi bir bad-ı saba, onu inkâr karanlığına gömülmüş ülkelerden bıçak kesimi ayırır. Bir Kâbe çevresi, bir Sultanahmet havası, bir Eyyupsultan semti nasıl öbür yerlerden bir çırpıda ayrılıyor, insanı ta yüreğinden kavrıyor, insanın özüne tesir ederek onu öbür insanlardan ayırıyorsa, ramazan ayında, Müslüman ülkeler de böyle bir yücelikle dolup taşarak Avrupa’dan, Çin’den, Rus ülkesinden, Amerika görünüşünden bir bakışta seçilir, fark edilir, ayrılır. Ramazan ayı bir mucize ayı olarak ruhun olağanüstülüğüyle dolup taşar. Gördüğümüz en mütevazı evde bile düşünülemeyecek ne harikalar oluşur. Çünkü oruç başlı başına bir melek ülkesinin dünyaya çağrıldığı ay olmanın dışında her günkü zamandan daha çok ve katmer katmer donanmıştır namazla da, Kur’an’la da. Oruç, topluma inen bir takva gibi gelmiştir. Her yıl gelen bir takva mucizesidir oruç. Sürekli bir mucizedir.” [18]
“Oruç, ilkin göze, dudaklara, damağa ve sonra düşünmeye, hayal gücüne tesir eder. İnsanın idrâk ve yorumunu değiştirir. Duygularımız, düşünüş ve hayal edişimiz değişince, bizdeki dünya tasarımı da değişmeye başlar. Artık, ne uyku eski uyku, ne yediğimiz yemekler eski yemeklerdir. Sıcak bir yaz gününden sonra iftarda içtiğimiz ilk bir bardak suyu, hiçbir gün farkına bile varmadan içtiğimiz bir bardak suyla değiştirir misiniz? İftar yemeği, dış ölçülerle, her günkü akşam yemeğimizden farklı olmadığı halde, neden o hiç unutulmaz, öbürleriyse hiç hatırlanmaz? Sabah kahvaltılarında her gün yediğimiz zeytinle, oruç açan zeytin taneleri arasındaki diriliş ve dirilik farkını açıklamak bile fazladır.
Oruç gelmişse kelimelerimizi daha çok tartacağız demektir. Göz, kulak, ağız daha tasarruflu kullanılacak, böylece, kendi içinde her duygu kendi birikimini yapacak demektir. Boşanmış enerji yeniden toplanacak, kas, damar ve sinirler gerginleşip bırakılarak kaybede yazdığı elastikliğini yeniden kazanacaktır. Ses bile yıkanacaktır. Oruç; su, ateş ve ışıkla vücudumuzu yıkayacak, ovacak, derleyip toplayacaktır. Oruç, zamanın kirlettiği ve ölümün tozlarına batırdığı vücut ve ruh için, gözle görünmez bir gusül, bir teyemmümdür. Tek başına bir tıp, dört başı mamûr bir sıhhattir.
O, gerçekte, eşyayı ve insanı, vücudu ve ruhu birden diriltmeye başlar. Onun esas diriltmeye yöneldiği ruhtur. O, hep ruhu diriltmeğe çalışır. Ruha atılan diriliş oradan vücuda sıçrar, vücudu da diriltir. Ruh ve vücudun yeni bir diriliş yoluna girişi, insanın dirilişi demektir. İnsanın dirilişi zamanı diriltecektir. Zamanın dirilişi de evrenin dirilişine, evren tasarımımızın değişimine yol açacaktır. Sonra, evrenin, eşyanın tazelenmesinden geriye doğru sıçrayan diriliş, vücut canlanışında, sıhhatli bir dalgalanma yapacak, oradan tekrar ruha geçecektir.” [19] 29.03.2016
 
 
 
Ekrem YAMAN
Sinop Vali Yardımcısı
Web: www.ekremyaman.com.tr
E-posta: [email protected]
 
 
[1] Sezai KARAKOÇ, Kıyamet Aşısı, Diriliş Yayını: 3, Fatih Matbaası, 1968, s. 8.
[2] Sezai KARAKOÇ, A.g.e., s. 9.
[3] Sezai KARAKOÇ, A.g.e., s. (11-12).
[4] Sezai KARAKOÇ, A.g.e., s. 14.
[5] Sezai KARAKOÇ, A.g.e., s. 16.
[6] Sezai KARAKOÇ, A.g.e., s. (19-20).
[7] Sezai KARAKOÇ, A.g.e., s. 22.
[8] Sezai KARAKOÇ, A.g.e., s. (25-26).
[9] Sezai KARAKOÇ, A.g.e., s. (31-32).
[10] Sezai KARAKOÇ, A.g.e., s. 37.
[11] Sezai KARAKOÇ, A.g.e., s. 38.
[12] Sezai KARAKOÇ, A.g.e., s. (42-43).
[13] Sezai KARAKOÇ, A.g.e., s. (46-47).
[14] Sezai KARAKOÇ, A.g.e., s. (48-49).
[15] Sezai KARAKOÇ, A.g.e., s. (50-51).
[16] Sezai KARAKOÇ, A.g.e., s. (52-55).
[17] Sezai KARAKOÇ, A.g.e., s. (56-57).
[18] Sezai KARAKOÇ, A.g.e., s. (62-63).
[19] Sezai KARAKOÇ, A.g.e., s. (70-75).