ÇORUM VE ALACA GEZİ NOTLARIM

Ülkü ÖNAL
Araştırmacı-Yazar

Çocukluk yıllarımız büyüklerimizin anlattığı muhacirlik hatıralarıyla doludur. Muhacirlerin göç sürecinde yaşadıkları, sonrasındaki iskân ve iaşe meseleleri ve tekrar savaş sonrasında yurtlarına geri dönebilenlerin karşılaştıkları manzaralar, atalarımızın o kara günlerde neler çektiğini anlamamız bakımından çok önemliydi. Rahmetli Âdem Dedem, 1914 yıllının sonunda; Ardanuç’un Sagara köyünde yaşarken, Rusların karşı köyleri ateşe vermesi dolayısıyla bir anda tüm köylüleriyle birlikte karar vererek patika yollardan, kış mevsiminin en ağır geçtiği bir dönemde Osmanlı toprağı olan Yusufeli’ne sığındıklarını, daha sonra yollarda annesini babasını ve iki kız kardeşini kaybettiğini, babasının mezarının Oşnak köyünün mezrasında olduğunu anlatırdı. İspir, Bayburt, Sivas, Şebinkarahisar, Niksar güzergâhını kullanarak İskilip ilçesinin Karaveren (Oğuzlar) köyüne yerleştiklerini, Hacı Hüseyin Ağa’nın yanında boğaz tokluğuna hizmetkârlık yaptığını gözleri dolarak bizlerle paylaşırdı. Bizim köyümüzden başka akrabaları da oraya yerleşmiş, dayısı Osman da oradaymış. Kendi köylülerinden olan nişanlısı Ayşe’yi de birileri kandırıp, oradaki bir ağaya kaçırmışlar. İlk kez Artvin Muhacirlik Hatıraları kitabımızda yer verdiğimiz, aşağıdaki maniden de belli olacağı üzere muhacirler dışlanmış, geldikleri bu yerde kabul görmemişlerdir:

Cevizin oytuğuna,

Gün doğar çoytuğuna.

İnsan meyil verir mi?

Muhacir çocuğuna.   

Daha sonra Ayşe ninenin torunlarıyla Ardanuç’taki akrabalarını, Ankara’da buluşturdum. Çok Ardanuçlu buralarda kalmıştır. Çorum ve çevresi, Ardanuçluları barındırdıkları için minnet duyup hep görmek isterdim ama bir türlü nasip olmazdı. Ahıska kökenli eski Çorum valisi Ahmet Kara görevdeyken, kendilerini aramıştım, yardımcı olacaklarını söylemişlerdi ama gidememiştim.

 2005 yılında Osmanlı Devlet Arşivine girdiğimde Mecitözün’e yerleşen Ardanuçlular hakkında belgeler almıştım. Dedesi Ardanuç Akarsu köyünden gitmiş emekli Mülkiye müfettişi Mahmut Esen’le de tanışmıştım. Çorum’da Ahıska kökenli çok hemşehrilerimiz olduğunu biliyordum ama imkânsızlıklar dolayısıyla gidemiyordum. Hayrettin Karaman da bir köşe yazısında, Ahıska kökenli olduğunu belirtmiş, bir konferansta da tanışıp Ahıskalı olup olmadığını teyit etmiştim.

2019 yılında Medeniyet Üniversitesinde yapılan sempozyumda Ahıska kökenli eski İstanbul milletvekili ve Bağcılar belediye başkanı Feyzullah Kıyılık’ın ağlayarak yaptığı konuşma, beni çok etkilemişti. Köylerinde ilkokul olmadığını, başka köyde okumak zorunda kaldığını, okulda arkadaşlarının muhacir çocuklarına “Rus dölü” dediklerini söylemişti.

Yıllarca dinlediğim, gördüğüm bu olayların sonucunda Çorum’a gitmeyi çok istiyordum.   Aracım yoktu. Taksi tutmak benim için zordu. Çünkü emekli maaşımdan başka gelirim yok. “Tek bir kadının, bu çevrede yalnız dolaşması zor.” demişlerdi. Ahıska hakkında çıkardığım kitapları da satamadığım için zor duruma düştüğüm oluyor bazen! Artvinli olduğum için yine de şanslı olduğumu düşünüyorum, onların desteğiyle 14 kitap çıkardım.

Feyzullah Bey’e, Çorum’daki Ahıska muhaciri köylere gideceğimi ve aracımın olmadığını söyledim. Köylerin isimlerini bana saydırdı, kendi köyü Kayı ise merkeze çok yakındı ama hiçbir şekilde yardım etmedi. İnternette taradığımda Çorum’daki Ahıskalılar ve Artvinliler hakkında bilgide bulamadım. Ahıskalı bir tarih hocası, “Çorum’daki Ahıskalılar asimile olmuş, bugüne kadar bir dernek kurmayı da başaramamışlar.” demişti. Çorum’daki köyler hakkında tam bir bilgi edinemedim. Bazen Kars, Erzurum, Ardahan ve Artvin’den gelenlerin yerleştiği köylere de Ahıskalı diyorlar!

25 sene muhtarlık yapmış Mahmut Ahıskalı, Çorum’daki Ahıskalıların yaşadığı köyleri şöyle sıraladı: Kayı, Kaymakçı, Kıvırcık, Burunköy, Ahmediye. 

Alaca’daki Ahıskalıların köyleri hakkında net bilgi olmadığı için yazamıyorum.

Prof. Dr. İlyas Doğan, Ahıskalı avukat Yaşar Okuyan’ın numarasını verdi ama o da il dışında olduğu için yardım edemedi. Yine de şansımı denemeye karar verdim!

Hemşehrimiz Mehmet Tuncer ve Ayşegül Özdemir çiftinin konuğu olarak 6 Ağustos 2021 tarihinde Ankara’dan yola çıktım. Çorum terminali çok sakindi. Durağa gidip, belediye otobüsüne bindim. Şoförün kadın olmasına şaşırdım! Biletimin olmadığını belirttim ve ineceğim yeri söyledim, bana çok iyi davrandı. Yolcuların birinden bilet aldım ücretini zor ödedim. Sağlık Müdürlüğü durağında indim, valizlerimi Mehmet Bey’e teslim ettim. Beni oranın meşhur tandır kebabı yapılan Zarif Usta’nın lokantasına bıraktı. En lezzetli etin Ardanuç çağ dönerinin olduğunu düşünürdüm ama tandırda pişen et çok nefisti. Onun için bir daha gidebilirim.

Tandırı ve etin nasıl piştiğini anlattı usta… Ekmeği de tandıra koyuyormuşlar, çok güzeldi. Keşke biz de çağ kebabın yanına yöresel ekmekler koyabilsek!

Oraya yakın olan Ahıskalı avukat Ali Beyaz’ın yanına gittim. Çorumlulara yol tarifi sormak zor! Ya yanlış diyorlar, ya da ilgilenmiyorlar! Avukat Bey’le mini sohbet ettik.  Ahıska Leblebi dükkânının sahibi, eski muhtarın yanına gönderdi. Bağ evine gitmiş, oğluyla görüştük. Daha önce yazılmış kâğıtlardan verdi.  Ahıskalıların başkalarına çok iyi olduğunu ama kendilerine hayrı olmadıklarını söyledi. Bizim Ardanuçlular için de yabancılara kendi yakınlarından daha iyi davrandıklarını söylerler! Amcasının 150 m uzaklıkta açtığı Sefa Ahıska Leblebi’ye gittim. Babası yoktu, oğlu çok iyi karşıladı. Taksi tuttum, tarihî binadaki müzeye gittim. Dedesi Ardanuç Peynirli köyü muhaciri olan Eski Tapu Kadastro Genel Müdürü Davut Güney’le Ankara’dan tanışırdık. Çorum’a gideceğimi söyleyince, Ardanuç Ballı köyünden 1940’lı yıllarda göç edenlerden, Doç. Dr. Mustafa Bilgin’le görüşmemi, onun yardımcı olabileceğini söyledi. Hocayla birkaç kere telefonla görüştük ama yüz yüze görüşmek nasip olmadı. Çok yoğun işleri dolayısıyla… Babası sağken gelseymişim, o her şeyi bilirmiş ama kayıt altına alamamış. O, müze müdürünü tanıyormuş, yanına gitmemi söyledi. Görüştüğüm Müdür Bey, Ahıska ve Artvin muhaciri Çorum köylerini çalışacağımı söyleyince, aracım olmadan çalışamayacağımı düşündü. Ben istesem, araç da bulurdum ama aradan bunca yıl geçmiş, ne Ahıskalılar, ne de Artvinliler kendileri hakkında bir paragraf yazı yazamamış ve yazdıramamışlar! Vatanseverlik fedakârlıkla olur! Dışardan gelmiş birisinin, imkânlarını zorlayarak yazı yazmasına gerek yok diye düşündüm!

Ahıska sürgün hatıralarını yazarken zor şartlarda, defalarca Bursa’ya gittim. Ahıska’ya gitmek için fahiş fiyatla araba tutup, Ahıska’yı 3 defa gidip görmüştüm. Çünkü onlar, sürgünü yaşamış ve vatansızdılar! Avukat Bey’e, “Şimdiye kadar bir şey yazamamışsınız, bundan sonra masraflarını karşılayın bir araştırmacı bulun hakkınızda yazı yazsın. Posoflu Kaan Gündoğdu, bunu en iyi yapacak kişilerden biridir.” dedim.

Müzede görevli Mustafa Batdak, beni gezdirdi. Boğa figürlü vazo ilgimi çekti. İlk yarışma şeklinde, boğa güreşlerinin yapıldığı yer Ardanuç Dalahet Yaylası olduğu için… Yazılmadığı için kimse bilmiyor! Kafkasör’de 40 yıldır boğa güreşleri festivali yapılır. Kitabı geçtik, kitapçığı bile yok!

Beğenmiş olduğum boğa figürlerinin yer aldığı vazolarla ilgili Mustafa Batak, bana şunları anlattı: “Müzedeki vazo, Hititlerin dinî ve sosyal hayatını anlatıyor. Vazonun en altına Tanrı’yı ve gücü temsilen boğaları koymuşlar. Hititlerin kutsal iki tane boğası vardır. Fırtına Tanrısı Teşup, bunlara Hurri ve Şerri adını vermiştir. Hurri ve Tanrı, halka ve devlete bolluğu bereketi getirirken Şerri de kıtlığı, felaketi getiriyor. O açıdan krallar, Tanrı’yı gücendirmekten çok korkmuşlardır. Boğalar kutsal sayıldığı için; kurban edilmiş, boğaların kafatasları ve bacak kemikleri mezarın üzerine konulurmuş. Tanrı öteki dünyada boğa vasıtasıyla kişiyi korusun diye mezarlara konmuş. İkinci süste ise Tanrı’ya koyun, keçi ve geyiği kurban için götürülmesi yer alıyor. Üçüncü süsleme Tanrıça’nın süslenmesi ve kadınların yürüyüşünü gösteriyor. Son firizde Tanrı’ya kurban edilen boğa, çalgı çalan ve oynayan kadınlar yer alıyor.”

Bakır ve altından yapılmış eserler çok zarifti. Mutfak araç ve gereçleri ilginçti. Artvin’de hâlen daha kullanılan, mutfak aracı maltızı görmek beni şaşırttı. Müzenin bahçesinde de eserler vardı. Küçük bir etnografya bölümü vardı. Kafkaslar dâhil birçok yerden göç almış Çorum’un müzesinde, onların eşyalarının da olması bu şehirdeki kültürel renkleri yansıtırdı. Müzede sergilenen eserler, tarihi çok eskilere dayanan bir ili tanıtmak için yeterli değildi.

Müze çıkışında Mehmet Bey aldı, evlerine gittik. Artvin’den gelen birinin anlamakta zorluk çekeceği ayrı ayrı olan Alevi-Sünni mahallelerinin ve yıllar önceki ölümlere varan çatışmaların yapıldığı yerleri gördük. Çorum’un zengin bir il olduğunu söylediler. Çorumluların çoğunlukla ev sahibi,  araba kullanan kadınların da sayısının fazla olduğu konusuna değindiler. Ayrıca bağ evleri varmış.

Eski Çorum’a gidilen yolun kenarlarında otantik eşya dükkânları ve bakırcılar vardı. Bakır semaver almadığıma pişman oldum.

Sabah kalktık, Mehmet Bey ve eşi Ayşegül’le beraber 60 km uzaklıktaki Alaca’ya doğru yola çıktık. Alaca bizim bölgeden çok göç almış. Ahıska, Kars, Ardahan, Artvin ve Erzurumluların, Kırım Türklerinin ve Çerkezlerin kurduğu köyler varmış. Geçim sıkıntısı dolayısıyla köyler boşalmış! Alaca, tarihî olarak da çok eski… Başkent Boğazkale ve Alacahöyük de burada yer alıyor.

Artvin gibi dağlık ve yeşillik yerden sonra Alaca topraklarının bozkır ve düz olması ilginç geldi. Ayçiçek tarlaları çoktu ve güzeldi; ekinler tarlalarının bazıları biçilmişti. Leylekleri yuvalarında görmek başka güzeldi. Tek tük ağaç gördüm mü, Nazım Hikmet’in “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşcesine” dizeleri aklıma geliyor. O zaman ağacın kıymetini daha iyi anlıyorum.

Alacahöyük Müzesini gezdik. Fazla büyük değildi. Dışarıda büyük küpler vardı. Alt kata inemedim, merdiveni çok dikti. Kazıyı yabancıların yaptığını, eserlerin çoğunu götürdüklerini söylediler.

İki heykel arasından geçtik, eski mezarlara sunulan boğa başlarının dizili olduğu alanı gördük. Kazılar daha devam ediyordu ama çalışan kimse göremedim. Tepeye çıkarak tarihî alana kuş bakışı baktık. Mezarların üzeri naylon örtüyle kapatılmıştı. Boğa başları duruyordu. Buralarda asırlar önce uygarlıklar yaşamış, acaba onların kültüründen ne izler kaldı diye düşündüm. Onlar ne yemekler yaparlardı, bize kadar geldi mi acaba? Bizim peg dediğimiz yapı kalıntılarının taşları duruyordu. Müze çıkışında, babası Erzurumlu olan bir bey geçmişi yansıtan süs eşyaları satıyordu. Bir tane Hitit güneşi aldım. Geldiğimiz yoldan geri dönmedik, yukarı doğru devam ettik.

Kars ve Erzurum muhacirlerinin kurmuş olduğu Alaca’ya 19 km uzaklıktaki Tahirabat köyüne doğru tarlaların arasından ilerledik. Tepeye kurulmuş meyve ağaçlarının da olduğu köydü. Esmer bir kıza Muhtar’ın evini de sorarak ilerledik. Kapıda traktör ve diğer motorlu araçların olduğu yerde durduk. 5-6 kere seslendikten sonra bir delikanlı ancak çıktı. Kendimizi tanıttık, amacımızı söyledik pek sıcak bakmadı. Babasının evde olmadığını, dedelerinin Şenkaya’nın Merinos köyünden geldiklerini, ninesinin ve annesinin Tatar ve Yerlilerden olduğunu söyledi. Doğululara has misafirperverliği yoktu, içeri bile buyur edemedi. İlahiyat Fakültesini bitirmiş Astsubay olacakmış. Memet Bey de bende Erzurum’u görmesini söyledik. Soğuk su istedim güzeldi.

Köyün tepesine çıktık fotoğraf çektik. Kerpiç bir ev vardı. Ahşap karışımı eski bir ev gördüm. Daha önce telefonla bu köylü Alaca’da eczacılık yapan Mustafa Bey’le konuşmuştum ama ilgili değildi. Evlerin çoğu betonarme olmuş. Camii eskiymiş ama onarım geçirmiş. Mezarlarda eski taşlar vardı. Erzurumlu yazarlara sordum, bu köy hakkında hiç bilgileri yoktu. Pınarbaşı’nda da Kars-Ardahanlıların kurduğu köylerin muhtarlarıyla da görüşmüştüm, bunlar da hiç kayıtlara geçmemişti.

Daha önce yazılan bilgiler özetlenerek tezler hazırlanıyor. Keşke Rus zulmünden kaçan bölgemiz insanlarının kurduğu köyler çalışılsaydı! Ardahan Üniversitesi İBEF Tarih Bölümü başkanı Prof. Dr. Makbule Sarıkaya’ya bu isteğimi iletmiştim.

Eski milletvekili Salim Uslu da Ahıska’dan Alaca’ya gelen muhacirlerdendi. Bu konuda TRT’ye bir dizi yaptırdı ama Gürcistan’da geçen bir aşk romanını ve Şavşat sınırında geçen casusluk romanından uyarlamışlardı. Hatta Şavşat’tan çıkan bakan bile gösterilmişti, ne alaka diye şaşırmıştık. Keşke sahada ve arşivde çalışılarak gerçekçi eserler ortaya çıksa!

Geçtiğimiz yollar hep asfalttı. Ardanuç’un köylerinden hane sayıları da fazla değildi. Bizim köylerin çoğunun yolları asfalt değil. Devletten bir şey talep etmeyi bilmiyoruz da ondan olabilir!  Göz alabildiğine düz araziyi, seyrede seyrede başka âlemlerde yaşıyor hissine kapılarak yukarı ana yola çıktık. Ardanuç ve Şavşat muhacirlerinin kurduğu ve hiç kayıtlara geçiremediğimiz Beşiktepe köyüne doğru ilerledik. Bu köyden haberdar olmamın nedeni de Yunus Zeyrek’tir. Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesinde Murat Duran isimli hocanın, Ardanuç muhaciri olduğunu söyleyince tanışıp Beşiktepe köyünden haberim olmuştu.

Ankara’daki doktorum Prof. Dr. Nejdet Altun, Artvin Muhacirlik Hatıraları kitabımı okuyunca bu köyde tanıdıkları olduğunu ve gitmemi istemişti. Zehra Erdoğan’ın numarasını vermişti.  Daha yakın yer varmış ama navigasyon daha uzak yoldan götürdü. Köylerde bol söğüt ağaçları vardı ve soğan tarlaları yeşil yeşil parlıyordu. Bizim köylerde tahta dediğimiz şey 3-4 m alana, soğan ekimi yapılan yerdir. Buraya dışarıdan gelip, yer kiralayıp, tarım yapanlar varmış.

Yolda gelirken hep atalarımızın karda kışta sıcakta bu yollardan nasıl geldiğini ne ile karınlarını doyurduğunu düşündüm. Çoğu köylerimiz ormanın eteğinde kurulmuş, soğuk pınar sularından sonra buralara nasıl alıştıklarını düşünmeden edemedim. Şimdi bile bu bölgenin insanıyla iletişim kurmak zorken o zaman neler çekmişlerdir kim bilir?  Yandaki köy Kars muhacirlerine aitmiş, adı Gerdekkaya.

Beşiktepe köyünün girişinde Zehra’nın evini sorduk. “Yukarı doğru gidin, köyün üstünde çiftlikte.” dediler. Yolda birine sorunca Şavşat ağzıyla yol tarif etmesi duygulandırdı. Küçük bir köydü. Zehraların köyde evleri varmış ama köyün tepesinde de bir ev ile modern büyükçe bir ahır yaptırmışlar. İki katlı beton evin kapısında güler yüzüyle Zehra ve kız kardeşi bizi karşılayıp Şavşat konukseverliğiyle içeri buyur etti. Telefon da “Artvinliler bişiyi çok sever sana bişi yapayım mı?” diye sormuştu. Bişiden önce de ikramlarda bulunmuştu ama bize bişi yedirmeden göndermedi. Şavşat’ın Çisvet, Karavat ve Cuğarep köylerinden gelenler kurmuş. Teyzemin beyi de Cuğarepli’dir. Kaynı Şerafettin Koca, savaş zamanı gelenlerin, köylerinde kalan akrabalarının da daha sonra geldiklerini belirtti. Cuğarep (Şalcı) köyünden, 1950’li yıllarda gelenlerin çocuğuyla konuştum. Yusufeliler de varmış ama konuşmadılar. Alaca’ya ataları muhacir olarak gelen bir mesai arkadaşım vardı. “Ne kadınları, ne erkekleri konuşturamazsın. Artvin’e benzetip boşuna gitme!” demişti ama Kafkas muhacirlerine kucak açan Alaca’yı görmek istedim.

Zehra bana hemen sordu: “Okula gittin mi? Dışardan mı bitirdin?” Kendisi çok okumak istemiş ama olmamış. Ortaokul ve liseyi dışarıdan bitirmiş. “Artvin’den gelirken, akıllarını orada bırakmışlar herhalde. Oradaki kızlar hep okumuş, biz okumamışız.” dedi. Zehra da hanım ağa özellikleri vardı. Kendini güzel ifade eden, bilgili, kültürlü ve sosyal bir kızdı ama yetiştiği ortamdan kaynaklanıyordu herhalde, ne fotoğraf çektirdi, ne de video kaydı yaptırdı! Eve gelen diğer kadınlar da… O zaman dedim ki dedelerim muhacirlikte çok uzak da olsa buralardan Artvin’e iyi ki dönmüşler! 60 yaşında olsam her yere tek başıma gidebiliyorum ve özgüvenim var, şanslıyım.

Buradaki hemşehrilerimiz, bir müddet gidip, Artvin’den gelin almışlar. Gelinler alışamamış, “Artvin...” diye diye ölmüşler. O köylüler, Artvin’i Kâbe gibi kutsarmışlar.

Abdullah Amca’yla röportaj yaptığımda, konuşmamızda Artvin geçince gözlerinin dolduğuna tanık oldum. Artvin’in tanıtım broşürünü verince, altın vermişim gibi sevindi. Derneklerimiz horonlu tanıtım günleri yapmaya ara verip muhacir köyleriyle Artvinlileri buluştursa ama nafile!

Köyde Türkçeden başka dil konuşmuyorlardı. Ata köylerinde de konuşulmuyor! Sonradan iki hane Şavşat Meydancık tarafından gelenler Gürcüce konuşuyormuşlar, şimdi göçmüşler. Zehra’nın babaannesi de yan köyden Çerkez’miş.

Yemek kültürümüz buralarda yaşıyordu. Yemeklerimizin çoğunu biliyorlardı. Çörek otu ekmişlerdi, çuvallar dolusu duruyordu. Çobanları Afgan’mış. Murat Duran da köydeydi, mini söyleşi yaptık. Ardanuç Irmaklar köyündeki akrabalarıyla buluşturup görüştürmüştüm ama gelmemişti. Zehra’nın annesi ve diğer kadınlar da kayıt yaptırmadı, “Atalarımız Artvin’den gelmiş.” dediler. Çorum’daki muhacirlerin çoğunluğu Atayurtlarıyla bağlarını koparmak niyetindeler gibime geldi. Bizdeki gibi mani, türkü söyleme ve çocuk doğduktan sonraki kırklanma geleneği buralarda yok!

Zehra, köy hakkında en geniş, kapsamlı bilgiyi, şimdi Alaca’da oturan Halim Temiz’den alabileceğimizi söyledi ama uğrayamadık. Daha sonra telefonla bilgi aldım. Bizi ağırlayamadığı için üzgündü. Ardanuç muhaciri Abdullah Duran’a telefonumu vermiş, beni aradı. Aynı bizim ağız yapımızla konuşuyordu. Annesi ve babasının Irmaklar köyünden olduğunu söyledi. Hanımın konuşması da Şavşatlılar gibiydi, hâlen “sen” yerine “san” diyordu. Konuşmalarından dolayı kendime daha yakın hissettim. Ankara’da oturuyormuş. Israrla evine davet etti.

Kırım, Çerkez, Kars ve Erzurum muhaciri köyleri de görmeyi çok arzu ediyordum ama vakit yoktu, ayrıldık. Proje yapmayı becersem de bu köyleri dolaşıp bilgi toplasam keşke... Benden başka giden de yok çünkü! Para kazanmak için bu işi yaptığımı düşünen bazı cahil hemşehrilerim gelse buralara! Bu bir tutku ve memleket sevgisidir. Olmayanlar anlayamaz tabi ki…

Alaca ilçe merkezinde arabayla tur attık. İki eski camiinden başka ilgimi çeken yapı da yoktu. Ruhsuz beton apartmanlar, birbiri sıra diziliydi. Müzesi ve yöresel evi var mıydı bilemedim! Bu kadar farklı kültürün yaşadığı Alaca ilçesinin folkloruna merak saldım ama kitap bulamadım. İçimden kollarımı cemleyip; sahaya çıkıp Alaca folklorunu derlemek fikri geçti. Yemeklerini derlemek bile ne kadar ilginç olurdu. Kısa bir süre çalışabildiğim Millî Kütüphanedeki daire başkanı Dursun Kaya’nın bu işi yapması veya yaptırması gerekirdi. “Alaca girişinde Ahıskalıların olduğu Hışır köyü varmış ama şimdi yoklar.” dedi biri, vaktimizde yoktu geri döndük.

Çorum’a varınca meşhur Hayvalı Leblebici’den hediyelik leblebilerimi aldım. Eski usul leblebi kavurma fırını duruyordu. Çalışanların en yaşlısına kamerayı açıp leblebi hakkında bilgi verir misin dedim. İşimiz var, sen ne anlarsın gibi laflar etti. Bizim oralarda olsa ağzının payını alırdı ama buralarda cevap veremedim. Demek ki kadının hâlen daha adı yok. Memlekete getirdiğim leblebileri çok beğendiler. Bizim yolda aldığımız leblebilere hiç benzemiyordu, tadı çok güzeldi ve ucuzdu.

Tarihî Ulucami’yi gezdim, ilginçti ve şadırvanı da başka güzeldi. Kapısında sadaka taşı duruyordu. Biraz dolaştık, tarihî saat kulesinde fotoğraf çektirdik. Restore edilmiş evler ilginçti, sayıları çok olsa keşke… Sabun kalıbı gibi üst üste konmuş, kimliksiz beton evleri görmeyi hiç istemiyorum şehirlerimizde! Eski evleri seyretmekten büyük bir haz alıyorum oysaki…

Çorum’da bana eşlik edip bu şehri gezmeme, tanımama ve hemşehrilerime ulaşmama yardımcı olan Artvinli Mehmet Tuncer Özdemir ve eşine teşekkür ederken, Mehmet Bey’in Çorum ve Çorumluları tasvir ettiği şu kaydımıza da yer vermek istiyorum: “Milletlerin kaderinde zaferler olduğu kadar hüzün yılları da vardır. Zalim Moskof Orduları, yurdumuzu işgal ettiğinde, mazlum halkımız; kız-kızan, çoluk-çocuk, yaşlı-genç, göç yollarına düşüyorlar. İstikâmet Anadolu’nun iç kesimleri... Erzurum, Bayburt, Tokat, Çorum geçici konaklama alanları... Aylar, hatta yıllar süren göçte bazı aileler Çorum’da mola veriyor. Bu muhacir ailelere Çorumlular yer-yurt veriyor ve onları iskân edip ekmeğini, toprağını paylaşıyor. Haber dönemin ulu Türk hakanına ulaşınca, büyük Hakan, “Çorumlunun yaptığını herkes yapamaz.” diyor. İşte Çorumlu budur! Vatan, millet namus, birlik dedin mi, akan sular durur. Necip Fazıl Kısakürek’in Gençliğe Hitabe’sinde, “Kim var!" diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert “Ben varım!” cevabını veren, her ferdi “Benim olmadığım yerde kimse yoktur!” duygusunda, bir dâva ahlâkına sahip ve bu dâva ahlâkını ruhunun derinliklerinde sahiplenmiştir Çorum halkı... İşte Çorumlunun tanımı bu… Şehre geldiniz mi? Sahabe Efendilerimizi ziyaretle şehri tanımaya başlamanızı tavsiye ederim. Hıdırlık mevkiinde Üç Sahabi... Peygamber Efendimizin muştusuna nail olmak için yola çıkan yiğitlerden üç yiğit… İstanbul sevdasına candan, canandan vaz geçen üç şehit… Suheybi Rûmî, Ubeyd Gazi ve Kerebi Gazi. Suheybi Rûmî ve Ubeyd Gazi makamları, caminin içindeki türbede, Kerebi Gazi’nin mezarı ise aşağı tarafta hususi türbesindedir. Ve arka tarafta kabristan... Evliyalar, enbiyalar, tarihî şahsiyetler, zengini-fakiri hepsi bir arada… Fatihalar onlara. Misafirhaneden sonsuzluk âlemine… Şâir ne demiş? Uyudun uyanamadın olacak. Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında? Bir namazlık saltanatın olacak. Taht misali o musalla taşında… İşte böyle! Sırada ne mi var? Saat Kulesi. Erlikten Maraşallığa uzanan hayat mücadelesinde Hakan’ına sadık, imzası Arapça yedi (٧) ve sekiz (٨) rakamlarından oluşan Çorumlu bir Osmanlı paşasının Çorum’a hediyesi... Görmeye değer. Bir anı fotoğrafı, bir öz çekim hatıra olsun. Muhteşem bir ezan sesi mi duydun. Ulu Cami’dendir. Kalbinin derinliklerinde hissedersin. Bozkırın Tezenesinin dediği gibi, “Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez, gönülden gönüle gider.” Çağlar ötesinden gelen Bilâli ses, seni Ulu Cami’ye, sultanlar camiine götürür. Maziden Atiye… Selçuklu sultanından alır, Osmanlı’ya, oradan günümüze uzanan ibadetevi, sığınılacak kapı…  III. Alaaddin Keykubat’ın azatlı kölesi Hayrettin’in şükür hediyesi, depremde yıkılması üzerine II. Beyazıt şah-ı mimar Mimar Sinan’a emaneti, IV. Murat, Erivan Sefer hediyesidir Muradi Rabi Camisi… Minber; Ankaralı ustaların abonoz ağacından yaptıkları sanat şaheseri. Minberi görmelisiniz. Osmanlı kültürünün Çorum’a yansıması olan dış avluda sadaka taşı; fakir, yolda kalmış, incitmeden, gönül kırmadan, sağ elin verdiğini sol elin görmemesi inceliği… Şadırvan; ustalık zarafet güzellik eseri. Temizlik ibadete giden yolda ilk basamak… Yüce Yaratan’ın verdikleri muhteşem nimetlere şükretmek, bir kul olduğunu hatırlamak ve yüce yaratan ile aracısız konuşmak, Ona yakarmak, Ona sığınmak… İşte namazdayız. Allah kabul etsin. Ülkemizin en dar sokağı, arastalar, yazma eserler kütüphanesi, kalesi… Tadında bırakayım. Gelmek görmek, gittiğin yerde anlatmakta senden olsun. Benden bu kadar… Giderken hediyelik ne götüreceğini benim söylememe gerek yok sanırım.”

Çorum’da Derlediklerim

1. Yemek Kültüründen Örnekler

Tandır Kebabı: Tandırda iki taraflı ateş yakılır. Etler dizilerek asılır. Yağlar oluklara akar. Bu yağlara, ekmekler konduktan sonra servis yapılır. Etler 4-5 saate pişer. Diyarbakır ve Çorum koyunları tercih edilir. Lokantalarda ve Yozgat’ta yapılır. (Muhitin Şen)

Anığlı Ayran Çorbası: Eritilmiş ereyağıyla soğan kızartılır, buna anığ denir. Yoğurt, yumurta ve un, bir kapta karıştırılıp tencereye dökülür, kıvamı gelince üzerine nane serpilir. (Zehra Erdoğan)

Puşruk Aşı: Tereyağında soğan kavrulur. Üzerine su ve un konarak pişirilir. İnmeye yakın şor peynir ve biber katılır. (Zehra Erdoğan)

Isırgan Çorbası: Bahar aylarında ısırganın taze filizleri toplanıp, temizlenip ve doğranıp haşlanır. Un ve şor peynir açılarak yemeğe ilave edilir. Üç yumurta çırpılıp katılır. Üzerine tereyağı dökülür. (Zehra Erdoğan)

Kete: Hamur, sütle yoğrulup açılır. İçerisine kavrulmuş un konarak ya zarf, ya da yuvarlak şekil verilir. Üzerine yumurta sürülerek pişirilir. (Zehra Erdoğan)

Feselli: Mayasız hamur yoğrulur. Portakal büyüklüğünde parçalara ayrılır. Büyükçe yufka açılır. İçerisine yağ dökerek içeriye doğru katlanarak rulo yapılıp bükülür. Sonra açılır. Tek tarafına yağ sürülerek tandırda pişirilir. (Zehra Erdoğan)

Mafiş: Mayasız hamur açılır. Dikdörtgen şeklinde parçalara ayrılarak yağda kızartılır. (Zehra Erdoğan)

Hasuta: Nişasta veya unu, şekerli suya veya süte çalınıp pişirilir. Tereyağı ilave edilir. (Zehra Erdoğan)

Helle Çorbası: Bir kaba tereyağı konularak eritilir. Üzerine un dökülerek yavaş yavaş karıştırılır. Kızarınca ateşten alınır. Soğuk suyla açılarak tencereye dökülüp çorba kıvamına geldi mi ateşten alınıp servis yapılır. (Zehra Erdoğan)

Kaygana: Tavada tereyağı eritilir. Yumurta kırılıp çırpılıri tuz da ilave edilir. Tavaya dökülür. Kızarınca alt üst edilir. (Zehra Erdoğan)

Karnıyarık: Kalınca yufka açılır. Küçük küçük şeritler halinde yuvarlanır. 5-6 cm parçalara ayrılır. Ortalarına parmakla basılarak delinir. Kaynar suda pişirilip bir tepsiye alınır. Üzerine şor peynir ve eritilmiş tereyağı dökülür. (Zehra Erdoğan)

Alaca Mantısı: Hamur açılır, Kayseri mantısından az büyük olacak şekilde kesilir. İçerisine kıyma konup iki ucundan tutup yapıştırılır. Tepsiye dizilerek fırınlanır. Bir kaba konarak saklanır. Daha sonra suda pişirilip, üzerine yağ ve sarımsaklı yoğurt dökülür. Özellikle Ramazanlarda yenir. (Zehra Erdoğan)

Hınkal: Hamur ince ince açılıp kare kare kesilir. İçerisine kıyma konarak kapanır. Ağzı büzülerek de yapılır. (Zehra Erdoğan)

Gorcola Peyniri: Gorcolo peyniri eskiden güveçlere ve ahşap kolop denen küleklere tepilir. Çökeleği, çanaklara basılıp küle veya toprağa çevrilir. Bir iki ay durur, kışın açılıp yenir. Adına şor peynir de denir. Isırgan ve puşruk çorbasına da katılır. (Zehra Erdoğan)                                                                                                                

Çatalaşı Çorbası: Tencerede kaynayan suyun içerisine bir kâse haşlanmış yeşil mercimek eklenir. Rengini suya verene kadar pişirilir. Daha sonra üstüne bir kâse kırık yarma eklenir. Yarma çabuk piştiği için mercimekle beraber değil daha sonra eklenir. Yeteri kadar tuz ilave edilir. Yarma ve mercimek pişip kıvam alınca tencere ocaktan alınır. Ayrı bir tavada soğanlar tereyağında pembeleşene kadar kavrulur. Soğanlar kavrulunca salça eklenip pişirilir. En son bu karışıma nane eklenir ve biraz pişirilir. Sıcak haldeki bu karışım, tenceredeki sıcak çorbanın üstüne dökülür. (Emine Seçil Yücel)

Tuzlu Aşure (Aşuraşı): Aşure aşına konulacak en az yedi malzeme olması gerekir. Her Muharrem ayının onuncu günü mahallenin ortasına kazanlar kurulur. Mahallenin hanımları evlerinde ihtiyaç fazlası ne varsa onu getirir. Kazanların başında yaşlı annelerin tarifiyle yemek yapılmaya başlanır. Bolca tereyağı kazanda eritilir. İçerisine biraz soğan konulur ve güzelce kavrulur. Salça ilave edilir. Sonra su konulur. Kaynayınca keşkek, kurutulmuş et, barbunya, ceviz, kuru üzüm, nohut, tuz, baharat, en az yedi çeşit olacak şekilde elde ne varsa odun ateşinde karıştırarak saatlerce kaynatılır, yemek pişince helke helke evlere dağıtılır. (Hamit Kaplan)

2. Alaca-Beşiktepe Köyünde Artvin Muhacirlerinden Derlediklerim

“Dedelerim Şavşat’ın Cisvet (Atlılar) köyünden, Rus’tan kaçıp gelip yerleşmişler. Düğünlerde davul zurna çalınır ama Artvin oyunları oynanmaz. Yemek olarak tabak büyüklüğünde açılan mayalı hamur, yağda kızartılır ve adına bişi deriz. Artvin’den getirdiğimiz bir yiyecektir. Onu ve diğer yemekleri ikram ederiz. Ramazanlarda mayalı yaparız. Sizin şoti, fetir dediğiniz gibi. Mayalı hamur tabak şeklinde açılıp tavada veya samanda sacda pişer. Tereyağıyla yağlanır ayran veya üzüm hoşafıyla yenir.” (Fatma Erdoğan, 66 yaşında)

 “Büyük dedem Şavşat’tan muhacir olacağı zaman köyü Cisvet’te çeşmenin başına ceviz ağacı dikmiş. Daha sonra kendisi ve babam köye gitmiş, o ceviz hâlâ duruyormuş. Erzurum Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesinin dekanı Bahattin Kök’ün akrabası da bizimkilerle muhacirlerle gelmiş, kendisi evliyaymış. Mezarını ziyarete geldi. Komşu köylerle aramız iyidir. Alevi köylerle de gidip geliriz. Çerkez peynirini de Artvin yemeklerinin çoğunu da yaparız.” (Zehra Erdoğan)

“Bu köyü Şavşat ve Ardanuç Irmaklar’dan gelen 9 hane kurmuş. Devlet 6 bin dönüm arazi vermiş. Daha sonra 50 haneye çıkmış ama şimdi 6 hane yaşıyor. 93 Harbi’nden sonra… Batum muhacirleri olarak biliniriz. O zaman Artvin, Batum’a bağlı olduğu için… Molla Mahmut dedem Kafkas şehidi, onun üç çocuğu ve dedem gelmiş. 1915’de üç kardeş Ardanuç Irmaklar (Samusğar)  köyündendir. Oradaki akrabalarımızın soyadı Yıldırım’dır. Artvin yemek kültürü köyümüzde devam ediyor. Konuşma bitti gibi ama Artvin’den kalma bazı özellikler taşıyor. Fatma Ninem bir kağnı arabasıyla 3 oğlu, bir tencere ve bir yastıkla gelmiş Ardanuç’tan buraya… I. Dünya Savaşı sıralarında… Büyük dedemiz orada kalmış. Karısını ve çocuklarını Osmanlı toprağına, İç Anadolu’ya yollamış. Alaca’da Artvinlilerin kurduğu köy olduğunu öğrenince, hemşehrilerinin yanlarına Beşiktepe’ye yerleşmişler. Dedem köyüne bir kere gitmiş ama babam gitmemiş.” (Murat Duran)

“Atalarımız Şavşat’ın Saylıca köyünden gelmiş. 1975 yılında memleketten, Atalar köyünden teyzemin torununu aldım. Bizler Cennetzâde Hasan Efendi’nin torunlarıyız. Dedelerin biri buraya gelmiş, ikisi orada kalmış. 9 haneye, devlet, Beşiktepe köyünün hepsini vermiş. Gitmiş akrabalarını getirmişler. Bir ara 75 hane olduğunu biliyorum. Büyük dedem Erzincan’a dilekçe götürerek iskân almış. Depremde oradaymış. Akberen köyünün arazisini verdikleri için iki kere hücuma geçip kaldırmak istemişler ama jandarma engel olmuş. Ardanuç muhaciri 3 hane vardı, ikisinin soyadı Özdemir, birinin Duran’dı. Sonradan İmerhev’den gelen birkaç hane Gürcüce konuşurdu, gittiler.” (Halim Temiz)

“Atalarım Şavşat’ın Cisvet (Atalar) köyünden muhacir olmuşlar. Ruslar evlere ateş verip yakmış. Annemin ninesinin ikiz çocuğu varmış. Savaşta ikisini birden taşıyamamış. Ağacın dibine bırakıp yavrum sana “Su geturacam.” deyip birini ancak alıp gelmiş. Ömrünün sonuna kadar ağlamış ki, “Çocuğum orda oturuyor sanıyorum.” diye. Eskiden bu köyde 60 hane vardı. Şavşat Karavat’tan, Bayburt’tan vardı. Annem ve hanımım Bayburtludur. Allah razı olsun, Osmanlı’dan dedelerime 9 haneye bu köyü vermiş. Daha çok verecekmişler ama istememişler. Yan köy Gerdekkayalılara da bizim köyü vermişler ama istememişler ki, biz havadar köy isteriz diye. Çocukluğumuzda bilye, aşık ve top oynardık. Şavşatlı dedemin adı Rüştü Ağa’ymış. Oradaki akrabalarımın soyadı Sevinç’tir. Lazut ekerdik, ayranın içine ufalar, kavurmadan daha lezzetliydi. Kete, feselli yapardılar. Buğday ununu kaynar suya verir pişirirdiler. Ortasını açar tereyağı şeker döker yerdik. Adı da papadır. Düğünler eskiden Artvin âdetine göreydi, şimdi yok.” (Abdullah Şahin, 66 yaşında)