Millet olarak tüketim toplumu olduk. Farkında olmadan, ya da bilerek ve isteyerek, tasarlayarak, taammüden bir şeyler tüketmekteyiz. Birçoğumuz bütün insanlığa ait temel ihtiyaç maddelerini hoyratça kullanarak, gücüm var, her insanın gücü oranında yaşam hakkı vardır der gibi. Gelecekte insanlar ne yapar, bir gün gelir,  gaz, su, hava, canlılar için olmazsa olmaz olan hayat kaynakları tükeniverirse dünyanın, üzerinde yaşayan canlıların hali nice olur demeden düşmanca tüketiyoruz. 

   Dünyanın değişik yerlerinde açlıktan ölen çocukları görmezden gelerek çöple ortaklık kurarcasına tüketiyoruz. Birken iki, iki iken dört…  sonu gelmez ihtirasla komşum yoksulsa sefaletten ölsün dercesine tüketiyoruz.
 
   İnsanın en büyük hazinesi olan vaktimizi boş işlerle harcayarak tüketiyoruz. Ya televizyon ekranlarına mahkum ederek, ya da bilgisayar ekranlarına kilitleyip mahpus ederek öldürüyoruz. Çetleşerek, netleşerek öldürüyoruz. Bu işin bir yolunu bularak, boştayım vakit geçiremiyorum diyerek tüketiyoruz.
   Kendimi diğer insanlardan haşa soyutlayamam bende bu kervanın müdavimlerindenim.

   İşte o anlarımdan bir an. Televizyon kanallarından birinde Baltık ülkelerinden birisi olan Litvanya’yı  tanıtıyor program yapımcısı. Caddelerini sokaklarını gösteriyor, tarihi ve turistik yerlerini, hatta semt pazarlarını. Aynı bizim sokaklar gibi parke taşlı, pazarlarında satıcılar bizim insanımız gibi kendi yetiştirdiği sebze ve meyvelerini satıyor tezgahlarında. Ama bir farkı var cadde ve  sokaklarının,  özellikle de Pazar yerlerinin. Yerlerde ilaç için bir adet çöp parçası göremezsiniz.              Derin hülyalara dalıyor ve düşünüyorum, bizim sokak ve caddelerimizi, özelliklede pazar yerlerimizi çöp deryaları haline getiren, kendine çeki düzen vermeden Dünya’ya ahkam kesen insanımızın halini. Sokak ortasında burnunun içine gömülen parmağın, ya da apışının arasında kaşınmakla meşgul olan elin halini. Şüphesiz bu iki hal ve vaziyet medeniyet ölçütü olmalı.

   Bir başka zaman başka bir kanalda dokuz şiddetinin üzerinde bir felaketi yaşayan ülkeye ve halkına bakıyorum. Eğer tusinami olmasa, tusinami sonucu kabaran suların boyu altı metreyi geçmiş olmasaydı,  bu şiddetteki bir depremde ne bir tane bina yıkılacak, ne de bir tane can kaybı olmayacaktı.    Deprem sonrası hiçbir telaş ve kargaşa görünmüyor. Herkes işini yapıyor, herkes birbirine saygılı, sırasını gelmesini, hak ettiğini almayı bekliyor. İki buçuk saat benzin kuyruğunda bekleyip sükunetle oradan ayrılan Japon vatandaşının hali her türlü takdirin üzerinde.

  Kendimize baktığımda 7.2lik bir depremle yerle bir olmuş şehirler ve yüzlerce kayıp. Devletimizden kaynaklanan bir takım eksikliler ve organizede yaşanan sıkıntıların yanında, bizden kaynaklanan yanlışlıkları seyrederken irkildiğimiz, bu kadarı da olamaz dediğimiz hadiselere şahit oluyorum. Depremzedelere giden yardım kamyonlarını birbirini çiğnercesine, bıçak ve silah zoruyla yağmalayan, talan eden korsanları yüreğimiz acıyarak, utanarak seyrediyorum. Ne farkımız var? Aden boğazın da okyanusta gemileri yağmalayan çapulcu Somali’li korsanlardan. Başkasının hakkına, hele hele depremzedenin hakkına el uzatmak hangi kitapta yeri var, hangi vicdana sığar.

 Allah’ıma binlerce şükür ettim başımıza gelen bu felaket ya dokuz şiddetinde olsaydı halimiz nice olurdu diye.

  Yine ellerimi kaldırıyor ve bütün samimiyetimle Mevla’dan diliyorum. Bizi İslam’la müşerref kıldın, dinimizin emrettiği temiz ve medeni insanlar olma yolunda yardım et.

   Amiin…