“İnsan hakkına tecavüz kavramı” aşağıdaki unsurları bünyesinde barındırmaktadır:
● Alış-verişte aldatmak,
● Gıybet ve iftira etmek,
● İki kişinin arasını sözle veya fiilen bozmak,
● Başkasının ırz ve namusuna tecavüz etmek,
● Bir kimseye hakarette bulunmak, onu halk arasında küçük düşürecek sözler söylemek,
● Bir kimsenin malını gerçeğin hilâfına kötülemek,
● Evlenecek kızlar hakkında yalan isnatta bulunmak,
● Terfi edecek memurun tezkiyesiyle haksız yere oynamak,
● Öğrenciye hak ettiği notu esirgemek.
Özetle, bir insanın kendisine yapılmasını istemediği bir şeyi başkasına yapmak, insan hakkına tecavüz demektir.
Günlük hayatın gerektirdiği mal ve hizmetlerin üretilmesi ve ihtiyaç sahiplerine intikal ettirilmesi süreci içinde; o malın veya hizmetin oluşmasına katkıda bulunan sermaye ve emek paylarının, “hakkaniyet ölçüleri içinde” karşılanması, “gayrimeşru kazanç kapılarını kapatmak” demektir.
Şu hâlde hakkaniyet ölçüsünü aşan her kazanç, “haksız ve haram kazanç” niteliğini taşıyacaktır. Burada; “hakkaniyet ölçüsü nedir?” diye bir soru sorulabilir.
Bu ölçü, meşru ve mâkul bir “kâr haddi” olarak kanunlarda belirlenmiştir. Bu ölçü, kamu vicdanında tepki yaratmayacak bir fiyatı simgeler. Bu ölçü, emeğin ve vergi yükümlülüğünün, vicdanî ve kanunî sınırlar içinde karşılanmasını zorunlu kılar. Bu ölçü, günlük hayat tablosu içinde, her türlü lüks ve gösteriş için hesapsız harcamaya imkân tanımaz. Bu ölçü, her türlü israfı önleyerek, yatırım ve istihdam planları yapmaya öncelik tanır. Bu ölçü, “altın yumurtlayan tavuğu veya bindiği dalı kesme” gafletine düşmeyi önler.
Gayrimeşru kazancın oluşum kaynakları olarak, özel sektör içindeki ticaret, imalat ve inşaat kollarını düşünebiliriz. Bunların başında tüketim malları üretenler yani sanayi firmaları gelir. Bunlardan bazıları devlet korumacılığına sığınarak, sırasında birkaç firma el altından anlaşarak –yüksek fiyat ve zam yoluyla- sermayelerini birkaç yılda birkaç misline çıkarabilirler. Bu artırılan sermayelerin hangi kârla ödendiği incelemeye değer bir konudur. Özellikle kazanç-vergi ilişkisi göz önüne alınınca “Türkiye bir vergi cennetidir” diyen yabancı uzmanın bu yargısı daha büyük anlam taşımaktadır.
Sanayi şirketleri bir yandan yan kuruluşlarıyla iç pazarı beslerken, ilk fırsatta ithalat ve ihracatı kapsayan birimlerini kurarlar. Artık holdingleşme yarışı kaçınılmazdır. Kazanç hırsının ürünü olarak, arkadan bir banka sahibi olma, bir gazete sahibi olma, vakıf ve spor kulübü sahibi olma, taşımacılık ve turistik tesisler, inşaat birimleri birbirini takip ederek, holding “devlet içinde devlet” görünümüne kavuşmuş olur.
Hükûmetlerin para, kredi ve dış ticaret politikaları çerçevesinde uygulanan büyüme yarışı; İslâm inancına ters düşen bir tutumla, meşrû kazanç sınırlarını aşarak bir sömürü yarışına dönüşebilir. Böylece bir araç olması gereken sermaye birikimi veya büyümesi, bir amaç olarak sosyal barışın gerçekleşmesini; kamu vicdanında güven ve huzur duyulmasını güçleştirir.
“En temiz ve hayırlı ticaret”; hilesiz, yalansız olan alış-veriş ile insanın san’atı sayesinde kazandığı şeydir.
Bir Müslüman’ı aldatan, ona zarar veren, hile yapan bizden değildir.
İslâm’da zulme rıza zulüm; küfre rıza küfür; herhangi bir kötülüğe rıza ise, o kötülüğün teşvikçisi, oluşum ortağı sayıldığından; bir kötülüğü işleyene Allah tarafından verilecek cezanın da, yalnız o kötülüğü işleyene değil, ona göz yumanlara da uygulanacağı, açıkça ihtar ve emir buyrulmuştur:
“O fitneden, o musibetten (yani yasaklanan her kötü şeyden) sakınınız, korununuz. Zannetmeyiniz ki, Allah’ın gazabı içinizden yalnız zâlimlere (suçlulara) isabet eder. Belki hepinize birden yayılır.”
“Haksız kazanç”, ihtiyaç sahibinin yani tüketicinin sırtından elde edilen bir kazançtır. Devlete yapılan tesis ve hizmetlerden elde edilen “gayrimeşru kazancın kaynağı” da, yine vergi yükümlüsü olan vatandaştır. Şu hâlde hakkına tecavüz edilen kimseler olarak, bu sömürüyü önleme görevi, devlet kadar bizlere de düşmektedir. Yurttaş olarak haklarımızı bilmek, bunun idrakine varmak; haklarımızı koruma şuuruna kavuşmak, atılacak ilk adımdır.
Fakir ülkelerin sıkıntılarını sadece IMF’nin zalim reçetelerine, emperyalistlerin sürekli sömürüsüne, zengin ülkelerin himayeci politikalarına, kur savaşlarına ve dış güçlerin fesatça tezgâhlanan oyunlarına bağlamak çok kolay! Bu ülkenin vatandaşı olup, halkının nafakasına göz dikenlerin hiç mi kabahati yok?
Politikacı, bürokrat ve işadamları bizzat yönettikleri ve yön verdikleri devlete ve ekonomiye güvenmez de ülkenin dövizini dışarı kaçırmaya başlarlarsa, yabancı ülkeler ve uluslararası kuruluşlar ne yapmaz ki?
Kişi başına gelir ile siyasî rejim arasında ilişki kuran görüşlerin hiçbir ilmî dayanağı yoktur. Batı demokrasilerine bakıp da özgürlüğü yalnızca zenginlere mahsus bir lüks sanmak çok yanlıştır! Bugün rejimlerine imrendiğimiz milletler demokrasiyi kurmak için önce zengin olmayı mı beklediler?
Halka güvenmeyenlerin mantığını anlamak zor değil! İyi eğitilmemiş ve yarı aç insanlar, rejime sahip çıkamaz. Onun için ilk yapılacak iş, hızlı kalkınmak, artan iktisadî imkânların yardımıyla halkı eğitmek ve millete politik şuur kazandırmak olmalıdır. Ondan sonra demokrasi kendiliğinden gelir.
Zenginlik hiçbir zaman demokrasinin temel şartı olamaz. Tam tersine sürekli refahın garantisi mutlak demokrasidir. [1] 10.07.2018
 
 
 
Ekrem YAMAN
Ordu Vali Yardımcısı
Web: www.ekremyaman.com.tr
E-posta: [email protected]
 
Bu yazının hazırlanmasında aşağıdaki eserden istifade edilmiştir:
[1] Cemalettin ŞENOCAK, İslâm’ın Aynasında Türkiye, Ankara, Doğuş Ltd. Şti. Matbaası, 1987.