Sinop'un küçük ve huzurlu şirin bir ilçesi olan Durağan'da doğdum, büyüdüm. Kalabalık bir evimiz vardı. Büyük aile yapısı şeklindeydik. Babam rahmetli ilçede o zaman popüler ve geçerli bir meslek olan terzilik yaparken, amcam fırın işletirdi. Aile ekonomisi henüz ayrılmamış herkes birarada ortak bir şekilde ticaretimiz devam ediyordu. Amcamın fırında geceden ürettiği ekmekleri, babamla sabah terzi dükkanını açmadan önce arabanın arkasına koyar; Gökırmak ve Arım Vadisi boyunca uzanan Yalnızkavak, Yeşilkent (Çat Köyü), Hacıoğlan, Edilli, Alpaşalı, Korucuk köylerine satmaya giderdik. Daha okula başlamadan babamın yanında köylere gider, ekmek satardım. İlçeden köylere gidince o zaman henüz göçü yoğun yaşamamış olan ova köylerimizde ki canlı nüfus yapısı dikkatimi çekerdi. Köylüler daha önceden belirlenmiş olan noktalarda toplanır hemen her gün aynı saatte aynı köyde, aynı yerde, aynı sürelerde kalır aynı insanlara aynı fırının aynı ekmeklerini satardık. Bu iş bütün köyleri bitirene kadar bir kaç saat sürerdi. Köyler ve tarlaları o zaman gözüme kocaman gelirdi. Ekmek satışımız bittikten sonra babam köylerin birinde akrabalık yada arkadaşlık ilişkisi olan bir dostunun evine misafir olur ve köy evinde, ocak başında bir semaver çayı içerdik. Seksenli yıllardı. Durağan'da betonarme bir evde doğup büyüyen ben, ahsaptan yapılmış, geniş sofalı, farklı oturma sistemine sahip köy evlerini çok severdim. Gözüme çok geniş ve havadar gelen köy evlerine girmek benim için çok güzel bir duyguydu. Belki o günlerden kalan bir alışkanlıkla şimdi çok nadir sayıda kalan bu ağaçtan yapılmış kandil köy evlerini çok severim.

Seksenli yıllar Türkiye'nin çağ atlarken, kabuk kırarken geçmişini ciddi ölçüde sildiği yıllar oldu. Köylerde bazısı bir ton meyve veren ceviz  ağaçları hunharca kesilip mobilya sektörüne hammadde olurken kendimizde fırın işlettiğimizden iyi biliyorum dağlarda acuk,çördük ağacı kalmadı fırınlarda yakmadığımız. Parayı keşfeden köylüler ellerinde para eden ne var ne yok önünü ardını düşünmeden satmaya başladılar. Günde o zaman 3.000'den fazla ekmek çıkardığımız fırınımızda meyve odunu kesmek serbest diye köylülerinin bahçelerinden kestiği başta çördük, acuk olmak üzere kamyon kamyon meyve ağaçlarını yaktık. Göçün hızlanmasıyla beraber ise samanlık yakmaya başladık. Sonra eski evleri. Göç eden köyden giderken para edecek neyi var neyi yok satıyor, paraya dönüştürülecek en küçük şeyi boş geçmiyor, satıyordu. Fırıncılar eski samanlıkları, evleri alıp söktüğü tahtalarını, kerestelerini ekmek pişirmede kullanıyordu. Köyler bitiyordu. Yine daha sonrasında betonarme tekniklerinin gelişmesi neticesinde yeni ahşap ev yapılması bırakıldı ve köylerin geleneksel mimari dokusu bozuldu. Eski evler fırınlarda yandı, yeni yapılanlar tuğladan, betondandı...

O yıllar kimsenin çok şey bilmediği, kapalı bir toplumun yeni dönüştüğü yıllardı. Üzerinde oynadığımız, ziyana giren malların hapis olarak bağlandığı Durakhan Kervansarayının ise bir virane halinde olduğunu hatırlıyorum. Hatta bir keresinde hanın üzerine tırmanmış, kenarında duran çınar ağacının bir dalında Tarzan'a özenmiş sallanmak isterken tuttuğum dalın kırılması üzerine yere düşmüş her yerim acımış, başım kanamıştı. O zamanki yöneticilerin girişimiyle restore edilen han restorasyon çalışmaları sırasında asıl dokusunu kaybetmiş, yeni yapılmış betonarme bir bina görünümüne dönmüş, içine yapıldığı dönemde olmayan tekniklerle sıvası, badanası yapılmış, pencereler takılmış, bir kısmının üstü saçla kapatılmış, restore edilmemiş adeta yeniden yapılmıştı. Çimentolar, betonlar, saçlar bambaşka bir yapıya dönüştürmüştü hanı. 

İnsanın yaşı ilerledikçe geçmişi daha çok özler ve anar oluyor. Bende özellikle otuzbeş yaşından sonra geçmişe karşı aşırı bir özlem duygusu olmaya başladı. Sürekli geçmişin güzellikleri aklıma geliyor. Mesleğim icabı özellikle sahada aktif çalıştığım yıllarda hep köylere hizmet ettim. Köyleri tabiri caizse adım adım, tarla tarla gezdim. Eski evlerin birer birer yokolduğunu, yerine yeni yapılanların ise tamamen betonarme yapılar olduğunu gördüm. Başka türlüsü aklımıza hiç gelmedi. Galiba eskinin çok kötü ve kullanışsız yeninin ise çok güzel olduğunu düşündük.

Avrupa'da bir çok ülkeyi gezdim. Bu gezilerimde bir çok köye gittim. 1470 yılından beri aynı çiftliği işleten çiftçilerle tanıştım. 500 yıllık evlerinde hala oturan Avrupalılar tanıdım. Evlerin tarihi çok eskiydi ama hiç bakımsız değildi. Adeta yeni yapılmış olan bu binalar geleneksel mimarilerini olduğu gibi yansıtıyordu. Avrupa geleneksel mimaride yapılmış eski evlerinin bakımlarını yaparak koruyor, yeni yapacakları evlerde geleneksel mimariye uygun yapı inşa ediyorlardı. Bizim en iyi koruduğumuz eski evlerimizin çürüyen ahşap pencerelerini değiştirip pimapen takanları ise çok gördük. 

Kastamonu Küre ilçesine olan bir ziyaretimde Hükümet Konağının eski evlerimizi andıran geleneksel mimariye uygun bir bina olduğunu gördüm ve çok hoşuma gitti. Yine Gümüşhane Kelkit'te görev yaptığım sıra içerisinde o zaman ki Kelkit Kaymakamı şimdi Ordu Vali Yadımcısı olan Niyazi ERTEN'in bir çok kamu binasının dış cephesini Gümüşhane Evi modelinde yaptırdığını, Çamur Köyü İlkokulu gibi yeni yapılan bazı okulların ise direk olarak Gümüşhane Evi şeklinde sıfırdan imal edildiğini biliyorum. Kamu binaları yeni yapılıyordu ama geleneksel mimariye uygun yapılıyordu. Bu uygulama ile kamunun bina ihtiyacı karşılanırken, geleneksel mimari yaşatılmış hem kültüre sahip çıkılmış hemde turizm değerinin artmasına katkıda bulunulmuş oluyordu. Geçmişte verdiğimiz zarar en azından kısmen telafi edilmeye çalışılıyordu.

Boyabat Ziraat Odasının hizmet binasını tadilatını yaptığı eski bir Boyabat Konağına taşınması haberini görmem bu yazıyı yazmamı tetikledi. Bunu düşünen ve uygulayanları tebrik ediyorum. Fırınlarda yanan, çürümeye terk edilen geleneksel mimarimizin duyarlı kişilerin zorlu çalışmalarıyla yaşamın içine yavaş yavaş girmesi çok güzel. Boyabat'ta eski Belediye Başkanı Mehmet ERMİŞ'in büyük emekleriyle kısmen korunabilen geleneksel mimariyle yapılmış eski evlerimizden koruyabildiklerimi koruyup, yaşatabildiklerimizi yaşatmalıyız. Geçmişteki mimari dokusuyla dibimizdeki Safranbolu'dan, medyadan bildiğimiz Beypazarı'ndan aşağı olmayan memleketimizde bu konuda daha duyarlı olmamız lazım. Yine başta kamu binalarının yapımında geleneksel çizgilerin ön plana çıkmasını sağlamalı, daha sonra imar çalışmalarında da yeni yapılan binalarında en azından geleneksel çizgileri taşımasını sağlamak gerekiyor. Bu konuda tüm hemşerilerimize büyük iş düşüyor. İnsan sadece bugünü yaşayan ve yarını hayal eden bir varlık değildir. İnsanın arkasında köklü ve unutamadığı, özlem duyduğu bir geçmişi vardır. İnsanı insan yapan en önemli özelliklerinden birisi geçmişine duyduğu saygıdır. Geleneksel mimarimiz Boyabat'ta korunan bir kaç evin dışına çıkılarak bir yaşam biçimi haline dönüşmeli ve şehirlerimizin, köylerimizin kendi kimliklerini yansıtmalı. Binlerce yılda elde edilen birikim kolayca harcanmamalı. 

Ben kendi şahsıma birgün memlekete geri dönmek nasip olursa eski bir ahşap evde hayatımı sürdürmeyi ve tamamlamayı hayal ediyorum. Merdivenlerinden yukarı çıkarken tahta basamaklarından gıcırdama sesinin geldiği...