Biliyor musunuz Kırım ve Kafkaslar oldum olası kan kokar. Başı dumanlı dağlarda kartallara komşuluk yapan insanlar başlarına buyruk yaşarlar.

Coğrafyanın sertliğinden mi bilinmez çabuk parlar, çabuk kapışırlar. Eh zaman zaman kavgalar yaşanır. İşte böylesi mücadelelerden birinde Tatarlar baskın çıkar Çerkezleri esir alırlar. İçlerinde bir delikanlı vardır ki gücü kuvveti yerindedir ve iyi para yapar. Esir tüccarları bunu Kefe’de pazara çıkarırlar.

Bu temiz simalı genç bir bezzazın dikkatini çeker. Bedelini ödeyip alır ve dükkanına getirir. Tüccarın ilk işi kölesinin ayağındaki prangaları sökmek olur, sonra birlikte yemek yerler. Sahibi delikanlıyı berbere, hamama yollar, ardından üstüne yakışan bir elbise ısmarlar. Artık dükkanın üstündeki odacık ona aittir. Burada basit ama zevkli eşyalar vardır. Sedir, kilim, post, döşek, küçük bir soba güğümler, çaydanlıklar… Çerkez genci aylardan sonra ilk defa deliksiz uyur. Ne paslı zincirler, ne küflü dehlizler. İstediği an kapıyı açıp kaçabilir ama bunu asla yapmaz. Zira lûgatinde “ihanet” gibi bir kelime yazmaz.

MUHABBET DENİLEN ŞEY Aradan günler geçer. Delikanlı sahibinin beklediğinden de zeki çıkar. Almayı satmayı çabuk kavrar. Kısa bir süre sonra, benzer kumaşlar arasından kalitelisini ayırt eder ki yetişti demektir. Patronu ona itimat eder. Kasanın anahtarını bile ona bırakır, kazandırdığından pay ayırır. Hatta bir gün azad kağıdını bırakıverir önüne… Delikanlı ağlamaklı olur, çok hislenir. Halbuki matah bir yanının olmadığını iyi bilir. Yaşlı tüccar elini sallasa 50 tane uşak bulur ki bu iklimin insanları en az kendisi kadar beceriklidir. Bir gün Kefe’de yerleşen yaşlı bir Çerkeze içini açar: “O kadar iyilik görüyorum ki anlayamıyorum” der, “Bilmem ki bu tüccar benden ne bekler?” Yaşlı Çerkez uzun uzun güler. “Yavrum bu onların dininin gereği” der. Müslümanlar kölelerine yediklerinden yedirmek ve giydiklerinden giydirmekle mükelleftirler.” Bu sözler gencin içinde fırtınalar koparır. Fazla düşünmez, sessiz sedasız cemaata karışır. Önceleri hareketlerini önündekine yanındakine uydurmaya çalışan bir acemidir ama kısa sürede namaz kılmayı öğrenir. Dahası cemaatin büyüklerinden kendine bir İslâm ismi koymalarını ister. Aksakallının biri “Süleyman olsun” der ve öyle de olur.


HACI SÜLEYMAN AĞA Hani derler ya dünya kimseye kalmaz. Biricik ustası ansızın vefat eder. Mal mülk satılır, uzak illerdeki mirasçılara yollanır. Süleyman kalır mı bir başına. Ama artık o meslek erbabıdır. Kenara koyduğu üç beş kuruş ile ticarete başlar ve iyi kazanır. Gün gelir yanında insanlar çalıştırır. Adamlarına yaşlı tüccardan gördüğü gibi davranır. Bir bereket, bir bolluk sormayın. Derken Süleyman Ağa’yı bir Haremeyn hasreti sarar. Hacca gider. Döner ama gönlü orada kalır, işte o günlerde hoş bir rüya görür. Güya Kefe’nin tam karşı sahilinde, Sinop’tadır. Elinde yeşil bir sancak vardır. Onu sallaya sallaya yürür, ardına pırıl pırıl insanlar takılır. Nitekim kale kapısından çıkar ve sancağını yere çakar. Hakk aşıkları fevç fevç gelir, tekbir getirirler. Uyandığında bu rüyanın manevi hazzı ile doludur. Hemen Kefevi Camiine koşar, rüyasını erbabına anlatır. Ona “senin neslinden salih bir oğul gelecek ve insanları irşad edecek” derler. Hakikaten bir oğlu olur. Süleyman Efendi oğlunun yetişmesini çok ister. Mahmud zeki bir çocuktur. Hele Takiyyüddîn Kefevi gibi bir alimin elinde tozu alınmış cevher gibi parlar. Zahiri ilimleri çabucak kavrar, tasavvufa merak salar.
AH GÜZEL İSLAMBOL Molla Mahmud, Kanunili yıllarda İstanbul’a gelir Sahn-ı seman medreselerinde ilim devşirir. Kadızade, Abdurrahman Efendi, Mâlul Emir hoca ve Seyyid Abdülkadir gibi âlimlerin elinde şekillenir ki bunların her biri ayrı zirvedir. Nitekim Gürani Medreselerine müderris olarak tayin edilir. Ancak babasının içindeki Sinop sızısı bu kez ona sirayet eder ve önü çok açık olmasına rağmen müderrisliği bırakır. Medrese arkadaşları, meselâ Şeyh-ül İslâm Çivizâde, Zekeriyya Efendi, Kazasker Abdülganî, Behâeddînzâde ve Mevlânâ Saadeddîn yalvarıp yakarırlar. “Sen içimizde en kâbiliyetlimizsin” derler, “N’olur müderrisliği bırakma. Senin yerin sultanların yanı olmalı” Ama o aldığı işaretlerin cezbesindedir, arkadaşlarına aldırmaz. Çeker çarığını uzaklara gider. Sinop’ta ne vardır bilinmez onu çeker. Gelir babasının sancak diktiği yeri satın alır. Buraya bir cami ve talebe odaları yaptırır. Hem talipleri okutur, hem de yıllardır derlediği müsveddeleri kitaplaştırır. Bu çok emek isteyen ama eksikliği çok duyulan bir çalışmadır. Adem Aleyhisselamdan o güne kadar yaşamış olan 809 meşhuru anlatır, ki içlerinde peygamberler, sahabeler, mezhep imamları ve veliler vardır.

Aşıkların eşiği 63 yaş Mahmud Kefevi Hazretleri zahiri ilimlerde parmakla gösterilir. Ancak o dahasını ister. Şimdi bir kâmil mürşide varmalı, sırlara kavuşmalıdır. Bu nasıl samimi bir istektir ki mürşidi ayağına getirir. Mahmud bin Pir Ali Hazretleriyle tanışırlar. Artık kutlu dergâh Hakk aşıkları ile dolar, taşar. Mahmud Kefevi Hazretleri’nin bir özelliği güçlü rabıtasıdır. Alemlerin Efendisini sık sık rüyada görür ve müşküllerini ona sorar. İşte aşk ateşi ile dolup taştığı gecelerden birinde yine Server-i âlemin huzurundadır. Büyük bir edeb ve tevazu ile “Ya Resulallah” der, “Benim ömrüm hep böyle hasretle mi geçecek? Şu alçak dünyadan ne vakit kurtulur, size ne zaman kavuşurum?” Efendimiz (Sallallahü âleyhi ve sellem) “Bu beş bilinmeyen husustan biridir. Allahü teâlâ onları kimseye bildirmedi. Ancak sen ömrünle de bize benzersin” buyururlar ki işaret açıktır. Mahmud Kefevi Hazretleri 63 yaşına iyi hazırlanır ve o sene vefat eder. 

Sinoplular onun eksikliğini çok hissederler.

-Anadolu Erenleri-

Editör: Vitrin Haber