Türkiye’deki nükleer serüvenin yaklaşık altmış yıl önce başladığını dile getiren Prof. Dr. Şenay Yalçın, “Türkiye’nin nükleer santral kurma girişimleri daha önce üç kez oldu, fakat bir türlü hayata geçirilemedi. İlk kez 2010 yılında önemli bir adım atılarak Akkuyu’da toplam olarak 4800 megavat gücünde dört ünitenin kurulmasına karar verildi ve anlaşmalar imzalandı. Bunun dışında 2013 yılında Akkuyu ile benzer kapasitede bir santralin de Sinop’ta kurulmasına karar verildi. Bu projeler ülkenin sahip olacağı enerji potansiyeli ve çeşitliliği bakımından attığı çok önemli adımlardır. Umarım atılan bu adımlar sonuna kadar devam eder” diye konuştu.

“ENERJİ MİLLİ GÜÇ UNSURUDUR”
“Nükleer enerjinin bir ülkede var olması o ülkeye önemli birprestij sağlar” diyen Yalçın, “Enerji milli güç unsurudur. Herhangi bir savaş durumunda kesintisiz olarak ihtiyaç duyulan asgari enerjiyi üretebilecek santrallerin olması, ihtiyaçtan öte bir zorunluluktur. Bugün Türkiye, elektrik enerjisini yaygın olarak doğalgaz çevrim santrallerinden elde etmektedir. Bunlar yüzde 100 dışarıya bağımlı santrallerdir. Dünyanın en güçlü ekonomisine sahip ülkelerine baktığımızda, nükleer enerjinin başrolde olduğunu görebiliriz. Akkuyu Nükleer Santrali’nin yapımıyla Türkiye de artık nükleer enerji ligine girmiş olacak. Türkiye’nin şu anda yaklaşık 75 bin megavat kurulu elektrik gücü var. Akkuyu ile Sinop santralleri faaliyete geçtiğinde ise; yaklaşık 10 bin megavatlık ek enerji gücüne sahip olacağız. Bunun dışında ülkenin başka enerji kaynakları da var. Ancak; Türkiye tüm alternatif enerji kaynaklarını devreye soksa bile; yine de 10 yıl sonra ülke enerjisi ihtiyacının yüzde 50’sini yurt dışından karşılıyor olacak. Bu nedenle de daha fazla nükleer enerji santraline ve nükleer teknolojiye sahip olmalıyız” ifadelerini kullandı.

“BAŞKA ÜLKELERE SANTRAL KURABİLEN BİR ÜLKE HALİNE GELEBİLİRİZ’’
“2020’li yıllarda Türkiye’nin elektrik ihtiyacının yüzde 7’si elektrik santrallerinden karşılanıyor olacağız” diyen Yalçın, sözlerini şu şekilde sürdürdü: “planlanmış olan her iki nükleer santral tam kapasiteyle üretime başlasa ve alternatif enerji kaynaklarımızdan da tam kapasiteyle faydalansak bile;şu andaki enerji kapasitemiz ancak iki katına çıkmış olacak. Yani;kurulu gücümüz 150 bin megavat seviyesine ulaşmış olacak. Bu artış, enerji talebinin yüksek olmasından kaynaklanmaktadır. Bu da bize, Türkiye’nin kalkınma isteğini ve ekonomik üretim potansiyelini göstermektedir.

Sadece Akkuyu Nükleer Santralinin ekonomimize katkısı, yıllık yaklaşık 7-8 milyar dolarlık civarında olacağı dikkate alınırsa; nükleer santrallerin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Diğer taraftan; bir ülkenin nükleer teknolojiye sahip olması demek; yeni yan sanayilerin gelişmesi, AR-GE merkezlerinin kurulması, bu konularda daha bilgili elemanların yetişmesi ve başta kendi ülkemiz olmak üzere ileride diğer ülkelere de santral kurabilen bir ülke haline gelmemiz anlamını taşır. Bir nükleer santral yaklaşık 550 bin değişik parçadan oluşmaktadır. Daha sonra yapılması planlanan 3. grup nükleer santrallerdeki millilik payının en az yüzde 50 olmasını hedefleyen ülkemizde, söz konusu parçaların üretilmesi için gerekli olan alt yapı da mevcuttur.”

“SIFIR RİSKLİ HİÇBİR YATIRIM YOKTUR”
Türkiye’de nükleer santral yapılacak yerler belirlenirken çok ciddi etütler yapıldığını söyleyen Yalçın, “Herhangi bir ülkeye nükleer santral kurma izni verilirken çok önemli kriterler dikkate alınmaktadır. 1970li yıllarda 42 faktör dikkate alınarak incelemeler yapıldı. Nükleer santraller için en uygun alanlar;Akkuyu, Sinop ve İğneada olarak belirlendi. Tabi ki bunlar belirlenirken ekosistem açısından ve en önemlisi de deprem açısından taşıdığı riskler de göz önüne alındı. Nükleer santralin kurulmasında kullanılan, radyasyon zırhı dediğimiz onu koruyacak olan büyük parçaların karayoluyla taşınmasındaki zorluklar ve diğer bazı teknik zorunluluklar nedeniyle; bölge seçimleri özellikle deniz kenarı olan yerlerden yapıldı’’ diyerek konuşmasını sürdürdü.
Nükleer santral kurulmasına ilişkin özellikle santrallerin kurulacağı bölgelerde yaşayan insanlarda oluşan korkulara da değinen Yalçın, “Tabii ki sıfır riskli hiçbir yatırım yoktur. Örneğin bir hidroelektrik santralinde risk yoktur diyemezsiniz hatta onlarda daha fazla risk vardır. Şunu söyleyebilirim ki; dünyada enerji üreten tesisler arasında en az riski olan, nükleer enerji santralleridir. Nükleer santraller yaklaşık 60 yıldır ticari anlamda elektrik üretimi için kullanılıyor. Şuana kadar kaza olarak elle tutulabilir büyük çaplı 2 olay meydana geldi. Biri Çernobil diğeri de Fukuşima. Ne yazık ki Fukuşima’da 9 şiddetinde büyük bir depremin olacağı ön görülememişti. Bu deneyimler de bize, yeni projelerde dikkate alınması gereken faktörler konusunda daha fazla ipucu verdi. Türkiye’de yapılması planlanan santraller de, 9 şiddetindeki depremlere dayanacak şekilde planlanmıştır. Bilimsel platformlarda her kesimden insanın katıldığı bir ortamda bu konu tartışılıp, insanlar aydınlatılırsa sanıyorum ki yaşanan korkular geçer” dedi.

‘’NÜKLEER SANTRAL MESELESİNE, BİLİMSEL AÇIDAN YAKLAŞMAK GEREKİYOR’’
“Santrallerin 1-2 kilometre ötesinde insanlar gayet sağlıklı ve rahat bir biçimde yaşayabilirler” diyen Yalçın, “Nükleer santrallerin insanlara yaydığı radyasyon dozu yıllık en çok 0,05milisievert dediğimiz dozdadır. Hâlbukiyapılan çalışmalar gösteriyor ki; günde bir paket sigara içen insanın aldığı doz, nükleer santralden aldığının 150 katından fazladır. Ayrıca, yaşadığımız çevreden doğal olarak maruz kaldığımız yıllık doz 2,4 milisievert civarındadır. Bir röntgen çekimi esansında bile, nükleer santralden alınan dozun kat ve kat üzerinde radyasyon almaktayız.
Günümüzde rüzgâr enerjisive güneş enerjisi alternatif enerji kaynakları olarak ön plana çıkmaktadır. Ancak her iki enerji kaynağından elektrik üretim tesisleri de çevresindeki ekosisteme önemli zararlar vermektedir. Bir nükleer santralin ekosisteme zararı bunlardan daha azdır. Bu noktada, halkı doğru yönlendirmek ve doğru bilgilendirmek gerekmektedir. Tabi ki yine tercih insanlarındır. Bu konularda yeterli bilgiye sahip olmayanlar, ne yazık ki halkı eksik bilgilendirmekte ve gereksiz endişe oluşmasına neden olmaktadırlar. Meseleye bilimsel verilerle yaklaşmak ve paylaşımlarda bulunmak bilim insanları için bir sorumluluk; toplum için de bu bilgilere erişim bir haktır” ifadelerin kullandı.
Editör: Vitrin Haber