BENİM KÖYÜM

“Orada bir köy var ta uzakta
   
Gitmesek de, görmesek de
   
O köy bizim köyümüzdür”
   
Sinop’a otuz kilometre uzaklıkta, Sinop Boyabat yolu (artık eski yolu tabirini kullanabiliriz) üzerinde, merkeze bağlı, hem de merkezi bir köy. Tangal, yada Tangaloğlu Köyü. Tangaloğlu Köyü; Ahmetyeri, Sinecan, Avdan, Tıngıroğlu, Oğuzeli köyleriyle çevrili eski bir yerleşim yeri.
   
Tarihçesi hakkında yeterli bir kaynağa ulaşamadım. Rivayete göre mahallelerinden birisi olan Tangaloğlu Mahallesinde yaşamış bir zattan ismini almış. Yerli Türkmen’leri, Rumeli Göçmenleri, Artvin, Batum Göçmenlerinden (Gürcü’lerden) oluşmuş bir bütündür. Kız alıp vermiş akrabalıklar oluşturmuş, içtimai, ekonomik, sosyal ilişkiler kurmuş, birbiriyle kaynaşmış, bütünleşmiş, bir millet olmuştur.
   
Sözünü ettiğimiz bu yerleşim yerinin geçmişine bir göz atacak olursak; gurbette ( ister yurt içi, ister yurt dışına çıkılsın) çalışmak için giden çevre köylerden bir çok kişi kendi köyünü tarif ederken, ya da hangi köydensin sorusuna Tangal’lıyım karşılığını verirdi. Muhatabı işi bilirde içinden misin diye sorarsa asli yerini söylerdi. Onun için diyorum ki; Tangaloğlu Köyü hem merkez köyüdür, hem de merkezi bir köydür.
   
Geçmişin aynasında kendi köyüme bakıyorum. Neler yok ki, nelerini kaybetmiş, nereden nereye gelmiş.
   
Tangaloğlu Köyü’nün en güzide günleri Perşembe ve Cuma günleri. Perşembe günü; köyümüzde hayvan pazarı başta olmak üzere, yerli sebze ve meyvelerin satıldığı, her türlü alış verişin yapıldığı, panayırı andıran, büyük ve çok kalabalık bir pazar. Bürnük’ten aşağıya, Bassökü Köyünden bu tarafa sayamayacağım onlarca cevre köyün nakite dönüştürebileceği neyi varsa; hububatından bakliyatına, yumurtasından sebzesine, kurutulmuş kabak çekirdeğinden çorap çuluna, naylonuna, hurdasına, tahtasına, latasına, tomruğuna kerestesine her türlü malını; atına, eşeğine, katırına, kağnısına yükleyerek, ya da sırtına vurarak pazara taşıyor, satıyor. Kazandıkları parayla zaruri ihtiyaçlarını giderip evlerinin yolunu tutuyorlardı.
   
Cuma günleri ise, perşembeden farkı, sadece hayvan pazarı yok. Yine aynı kalabalık, yine aynı yoğunluk. Satılacaklar satılıyor, ihtiyaçlar gideriliyor. Cuma namazları ifa ediliyor, denkler, balyalar gönüklere yükleniyor, ya da sırtlanıyor, yolcu yoluna, köylü köyüne diyerek yola revan olunuyor. Derin ve uzun hayallerin refakatinde, arada sırada cılız ve zayıf tonda içli bir türkünün eşliğinde dağlar aşılıyor, menzile nasıl ulaşıldığı fark edilmiyor. 
   
O yıllarda Tangaloğlu Köy’ünde tamı tamına elli altı tane dükkan vardı. İki tane ekmek fırını, dört beş tane terzi hanesi, üç dört tane berberi, bakkalı, sobacısı, kalaycısı, demircisi, manifoturacısı, çeyizcisi, hazır giyimcisi, lokantası, kasabı, marangozu, mobilyacısı, ağaç atölyesi, hanları, bir yıldızlı öteli (Otel Hacıoon), peynir fabrikası, hem tarım kredi kooperatifi ( Yörenin insanlarının kendisine banka, çalışanlarına bankacı olarak tabir ettiği kuruluş. Rahmetli bankacı Şükrü Bey’i hiç unutmadık,  minnet ve rahmetle yad ediyoruz.), köy kalkındırma kooperitifi (Yurt dışına işçi gönderme işi çıktığında Tangaloğlu Köyü ve çevre köylerden onlarca işçi bu kooperatifler aracılığıyla gönderildi.
   
Elektrik jeneratörü, dolasıyla elektriği, sineması, alt katı elli kuruş, üst katı atmış kuruş. Yılmaz Duru’nun “Erkekler ağlamaz” isimli siyah beyaz filmini ilk defa burada seyretmiş, beyaz perdeyle burada tanışmıştık birçoğumuz. Seyredenlerin çoğunluğu erkek olmasına rağmen bu film hepimizi ağlatmıştı. Çoğumuz filimde geçen sahneleri gerçek zannetmiştik.
   
Zeynep Değirmenci Oğlu’nun “Kanlı Değirmen’ini”, Ayhan Işık’ın “Yavaş Gel Güzelim” filmlerini ve birçoğunu bu derme çatma sinemada seyretmiştik. Tellalın ağaçtan yapmış olduğu reklam panosuna o akşam sinemada gösterime girecek filmin afişlerini yapıştırarak; “Ey ahali duyduk duymadık demeyin bu akşam sinemamızda başrollerini Filiz Akın’ın oynadığı renkli Türkçe sinemaskop falanca film oynayacaktır.” Haykırışı hala kulaklarımda yankılanmaktadır.
   
Tangaloğlu Köyü sakinleri manevi yönünü de ihmal etmemiş, Sinop merkez köyleri içerisinde ilk üçe girmiş ve Kuran kursunu inşa etmiş, halkının hizmetine sunmuş.
   
Nereden nereye gelinmiş, o eski günlerden eser dahi kalmamış. Sadece harabeler ve buruk hatıralar kalmış.
   
Meydanlarında panayır gibi pazarları, elli altı dükkanıyla, sineması, peynir fabrikası, kooperatifleriyle küçücük kasabayı andıran bu şirin ve canlı beldeden

Yıkılmış evler silinmiş hayaller kalmış.
   
Sokaklarında insanların geçim telaşıyla koşuştuğu, harman yerlerinde kuzuların meleştiği, meralarında tosunların güreştiği, yazılarında gençlerin yesir oynadığı, güreşe tutuştuğu, çayırlarında papatyaların, menekşelerin, sümbüllerin renk cübbüşü oluşturduğu, yol kenarlarını leylakların bezediği, bahçelerini çeşit çeşit güllerin, erguvanların, hanım ellerinin süslediği, bostanlarında bülbüllerin ötüştüğü, salaçlarında göksü kızılları, ambarlarında serçelerin, ambar kuşlarının saklambaç oynadığı bu nadide köyden geriye hoş bir seda kalmış.
 
Akşamları evlerde yapılan tadına doyulamayan sohbetleri, masalların, hikayelerin anlatıldığı, elden ele uçuşan rengi solmuş kağıt parçalarından okunan destanları, özlem ve sabırsızlıkla beklenen bayram günlerinin letafeti hepsi yok olmuş. Köyümüzü terk eden insanlarıyla birlikte terk etmiş.
   
Bağları bostanları bağbozumuna uğramış. Gülistanları gülsüz, lalezarları lalesiz, bülbülleri aşiyansız kalmış. Yazdan kışlık hazırlayarak saklayıp kuzinenin üzerinde pişirdiğimiz soğanlı yahninin eski tadından eser kalmamış. Kuçubo, herisa, hasuta, silor, lenger kebabını hatırlayanımız var mı? İsimleri dahi unutulmuş. Hani nerede pilekelerde (topraktan yapılmış güveç benzeri ekmek pişirilen kap) kehribar gibi kızarmış mısır ekmekleri, onu yiyip hazmedecek mide bile kalmamış.
   
Köyüme bakıyorum, onu göremiyorum, ufukta kaybolan günün minesi gibi soluvermiş.
   
Beklediğim yarınlar dünde kaldı artık hiç gelmeyecekler.