Alişan Hayırlı

Sinop Karadeniz bölgesinde gezip görmediğim tek şehirdi, Türkiye’de ise 15 şehirden biriydi… Allah nasip etti ve Selahattin-i Eyyübi (Kürün) ile iki günlüğüne kısa bir gezi yapma imkânı doğdu.

Şimdi size kısa ama dolu dolu geçen gezi izlenimlerimizi anlatmak, Sinop’u az da olsa tanıtmak istiyorum. Ya da biz nasıl gezdiğimizi anlatalım, siz buradan kendinize göre bir rota çıkarın, fikir edinin.

Malatya’dan Sinop’a Samsun üzeri gidiyoruz, Samsun Malatya 574 kilometre… Biz bu mesafeyi özel aracımızla yaklaşık altı saatte aldık. Samsun-Sinop arası ise 150 kilometre ve yaklaşık bir saat içinde Sinop’a vardık.

• Filozof şehir: Sinop
Karanlığa kaldık ve nerde geceleyeceğimize internet üzerinden yaptığımız araştırma sonucu bir pansiyon (apart) tespit ettik. Fakat şehir merkezine girer girmez yol üzerinde Çınarlar Pansiyon’u tabelasını görünce, hadi burada konaklayalım dedik. İyi ki de burayı tercih etmişiz. Temiz, pırıl pırıl, denize nazır, klimalı ve son derece hesaplı…

Üstelik sabah kahvaltısı da içinde… Ama ne kahvaltı? İnanın Gündüzbey’deki Kirazlı Evde böyle bir kahvaltıyı (2 kişilik) 150 liradan aşağı yapamazsınız. Bizim burada iki kişilik pansiyon ücretimiz sadece 150 TL…

Sıra geldi şehri keşfe… Şehir buram buram tarih koyuyor, nereye baksanız ya tarihi bir konak ya da kale görürsünüz… Sahile indik, iyotlu deniz kokusu burnumuzun direğini kıracak kadar keskin… Yağmur sonrası Sinop sanki banyo yapmış, temizlenmiş, bizi bekliyor… Sinop’un Karadeniz’den dalga dalga yayılıp gelen temiz havasını içimize çekip, 10 saniye kadar beklettikten sonra dışarı veriyoruz. Tatlı bir rüzgâr bedenimizi okşarken, gözlerimiz Sinop’un büyülü güzelliği karşısında adeta bayram yapıyor. Nereye baksanız doğa harikası bir manzarayla karşı karşıya kalıyorsunuz.

Sinop neden bu kadar bakir, neden bu kadar sağlıklı, temiz ve güzel kalmış? Karadeniz’in en kuzeyinde, uç kısımda, ana yolun biraz uzağında olmasından mı acaba? Olabilir. İyi ki de zor ulaşılan, ters tarafta kalan bir şehir… Daha az insan, daha az kirlenme demek. Hatta bu yazıyı yazarken Sinop’a acaba iyilik mi yapıyorum yoksa kötülük mü diye aklımdan geçirdim. Bu yazıyı okuyan herkes ertesi günü soluğu Sinop’ta alacak, hiç şüphem yok bundan…

Sinop, gündüz gözüyle fener yakıp sokakta kalabalıklar arasında “Adam arıyorum adam!” diyerek gezen ünlü Filozof Diyojen’in memleketi… Aynı Diyojen, kendisine yardım etmek isteyen Hükümdar İskender’e, “Önümden çekil, güneşimi kapatıyorsun, gölge etme başka ihsan istemem” diye rest çeken adam... Şehir merkezinde Diyojen’in bir de heykelini dikmişler. Hak ediyor, diksinler… Diyojen amcamıza bir selam çakıp Bozburun Yarımada’sını gezmeye başladık.

Hayır, durun, gezmeye başlamadan önce madem söz filozoflardan ve ünlülerden açıldı, Prof. Dr. Necmettin Erbakan ve Dr. Rıza Nur’dan bahsetmeden geçemeyiz. İkisi de Sinoplu… Hatta Dr. Rıza Nur adına Sinop’ta kütüphane açıldı. 

Sinop’a gelen herkes geziye muhtemelen Tarihi Sinop Cezaevi’ni gezerek başlamıştır. Biz de ayıp olmasın diye Cezaevine gittik. Sebahattin Ali gibi ünlü yazarların da burada yattığı Cezaevi yıllardır müze olarak hizmet veriyor. Sebahattin Ali burada çile doldurduğu günlerde “Aldırma Gönül” şiirini yazmış…
Dışarıda deli dalgalar
Gelip duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar
Aldırma gönül aldırma

• Bir lezzet harikası: Sinop mantısı
Her şehrin kendine has meşhur yeme-içme kültürü vardır. Bir şehre gittiğinizde, “Buranın neyi meşhur, ne yiyelim?” dersiniz.

Biz de Sinop’a gittiğimizde, “Buranın nesi meşhur” diye önceden araştırma yaptık, gördük ki, mantısı meşhurmuş… Zaten Şehre girdiğinizde her yerde kocaman “Mantı” yazılarını görürsünüz.

Hâlbuki çoğumuz mantı deyince Kayseri aklımıza gelir, değil mi? Meğer mantının kralı Sinop’taymış… Bir kere daha anladım ki, çok okuyan değil kesinlikle çok gezen bilir.
Gezi arkadaşım Selahaddin-i Eyyübi (Kürün) yeme içme işinden anlayan, damak zevki üst düzeyde olan, kaliteden taviz vermeyen bir arkadaş… Vedat Milor ne ki, hele siz bi Selahaddin’le gezin ki göresiniz.

Şehir merkezinde akşam yemeği ne yiyelim diye gezerken, tabi ki hemen mantıyı sorduk. İlk defa tadacaktık, heyecanlıydık ve üstelik çok da açtık.

Hıııııım, nefis!
Ben nerdeyse parmaklarımı da yiyecektim, Selahaddin ise az daha tabakları da yiyecekti. Damağımız şimdiye kadar böyle bir lezzet tatmamış, midemiz böyle bir mantı ile tanışmamıştı. Laf aramızda karnımız doydu ama gözümüz doymadı. Selahattin nerdeyse ikinci tabak siparişi verecekti, zar-zor engel oldum, bir sürü dil döktükten sonra vazgeçirdim.

• Bozburun Yarımadası
Ve işte bizi kendisine hayran bırakan dünyanın en güzel Yarımada’sından birini geziyoruz… Etrafında bir tur atıp tavaf edip tekrar Sinop merkeze geldik. Arabamıza yazılan yüklü miktardaki ceza bile moralimizi bozmadı. O anda yaşayacağımız hiç bir aksilik Yarımada’yı gezerken ki huşumuzu bozacak boyutta olamazdı. Her gördüğümüz otelde kalmak, her gördüğümüz plajda yüzmek, her gördüğümüz evi satın almak istedik. Dünyayı gezdim, Türkiye’yi gezdim ama Bozburun kadar hiçbir yer beni böyle etkilemedi, can evimden vurmadı…

Bilmiyorum neden acaba, sakinliği mi, rüzgârı mı, sadeliği ve küçüklüğü mü, kalabalık olmayışı mı, insanları mı, koyu yeşil çam ağaçları mı, denizi mi, havası mı, mantısı mı..? İstanbul’a rakip olacak tek şehir desem acaba çok mu abartmış olurum. Mıknatıs gibi insanı çekiyor, cilveli bir kadın gibi kendisine hayran bırakıyor. İki dakika gözünüzü kapasanız güzellikleri, iki nefes eksik alsanız havası boşa gidecek diye mahzun olursunuz… Hayat fışkırıyor adeta burada, çam ağaçlarının uçlarındaki filizler öyle bir coşmuş ki, annesinin sütünü emen bir bebek gibi canlı, dipdiri… Buradaki ormanın ve ağaçların yeşilini anlatmak için ya Balzac olmalıyız ya da Vincent van Gogh … Eeee ben de Alişan Hayırlı olduğuma göre susayım bari…

Burada çakılı kalıp, prangalarla ayaklarımızı bağlayıp, gönüllü esir olsak? Ne dersiniz? Memlekete de haber göndersek, “Biz gelemiyoruz, bizi esir aldılar” İnanırlar mı dersiniz?
Bozburun Yarımadası’nı terk etmek zor oldu. Fakat hüznümüz kısa sürecek, çünkü en az Bozburun kadar güzel ve harika bir doğa daha bizi bekliyor: Hamsilos, Akliman Koyu ve İnceburun… Birbiri ardına yol üzerinde konumlandırılmış üç altın halka…

• Hamsaros (Hamsilos)
Sinop merkezinden hareket edip aracımızın yönünü ilk önce Hamsilos (Hamsaros) Tabiat Parkına çevirdik. Burası tam bir cennet… Deniz sanki bir nehir gibi kara parçasının içine girmiş, ilk bakışta sanki bir göl sanıyorsunuz. Hatta ben fazla büyülenip aklım başımdan gittiği için “Burası ne güzel bir göl Selahattin” dedim…

Selahattin de “Alişan abi ne oldu sana, ne gölü” deyip sert çıkınca kendime geldim. Pikniğe gelmiş aileler, âşıklar, eş dostlar doğa harikası Hamsilos koyunda cennetten bir köşede oturduklarının farkında mı bilmiyorum.

Bir gün içinde bu kadar güzel yerler görmenin belki gözlerimize zararı olur diye göz doktorum (Gözde Hastanesi, Mete Hoca’yı) aramak istedim. Selahattin, “Uydurma Alişan abi, güzele bakmak sevaptır” dedi. Hamsilos Fiyord’unu geride bırakıp ayrıldığımızda uzun süre bakakaldım, ertesi günü sabah kalktığımda boyun hastalığına tutuldum, sürekli arkaya bakıp duruyormuşum…

• Akliman koyu
Fotoğraflarımızı çekip doğruca Akliman’a hareket ettik. Hamsilos’un hemen 2-3 kilometre ilerisinde… İşte, efsunlu bir doğa harikasının hemen yanı başındayız, bu sefer gerçekten kafayı yemeye az kaldı.

Akliman Koyu Türkiye’de gezilip görülmesi gereken yerlerden belki de ilk 10’a girebilir. Burada neler yapabilirsiniz? Benim gibi fotoğraf çekebilirsiniz, koy’un bir köşesine sığınıp çile çekebilirsiniz, piknik yapabilirsiniz, yüzebilirsiniz, anneniz ya da babanızla el ele tutuşup yürüyüş yapabilirsiniz, ne yaparsanız yapın ama kesinlikle bu doğayı seyredip Allah’a şükredebilir ve Allah’ın büyüklüğünü tefekkür edebilirsiniz. Zaten Selahattin de her adımda dilinden şükrü düşürmedi, ayetler okuyor, tövbe istiğfar ediyor, Yüce Yaradan’ın büyüklüğünü/yüceliğini zikrediyor. Gördüğü her böcekte, her yaprakta, her zerrede Allah’ı anıyor ve Ulu Rabbimizin önünde saygıyla eğiliyor.

• İnceburun
Ve İnceburun…
Biz dalgayı burada tanıdık. Yok hayır dalga geçmiyorum, gerçekten dalganın gücünü, sesini, nelere kadir olduğunu burada gördük. Dalgaların kayaları nasıl dövdüğüne burada şahit olduk. Türkiye’nin kuzey bölgesindeki en uç noktasındayız. Çırpınırdı Karadeniz türküsüne kaynaklık eden yer burası olsa diye düşündük… Azerbaycanlı şair Ahmet Cevat Hacıbeyli mutlaka İnceburun’dan ilham almıştır. Yoksa şu dizeleri yazabilir miydi:

Çırpınırdı Karadeniz
Bakıp Türk’ün bayrağına
Aah ölmeden bir görseydim
Düşebilsem toprağına

Deniz fenerinin bulunduğu noktadan aşağılara, dalgaların Muhammet Ali gibi dövdüğü kayaların bulunduğu en aşağı kısma kadar indim. Selahattin’in arkamdan canhıraş bir şekilde bağırmasına aldırmadan: ”Alişan abi ne yapıyorsun, dalgalar seni götürecek, Malatya’ya tek başıma dönmek istemiyorum, yoksa annene ben ne derim!”

Dalgalara teslim olmuş kayalar ile kendi hayatım arasında nedense bir ilinti kurmaya çalıştım, milyonlarca yıldır dayak yiyen kayalara acıyasım geldi. Ne hale gelmişler. Çektiği çileler yüzlerinden okunuyor. Dalgaların öldürücü darbesini yiyen cansız kayalara bile acıyacak kadar yufka yürekliydim.

Oturup, saatlerce kayalar ile dalgalar arasında geçen bu namütenahi boğuşmayı seyretmek, dalgaların her seferinde şiddetle gelip kayalara çarparken çıkardığı sesi dinlemek istedim. İnsanın ruhuna sonsuzluk tılsımı kazandırıyor, mekândan arındırıp hiçlik diyarına yolculuğa çıkarıyor, bir bakmışsınız ki denizin ortasındasınız, kim getirdi koydu buraya, kim hangi düşünceler ufuklara taşıdı beni? Gökyüzü ile denizin birleştiği bu kaçıncı dönemeçti? Gemisiz bir seyahatin yalnız yolcusu… Artık hayal dalgaları alıp götürüyor yaralı kalpleri Karadeniz açıklarına… Dönüş ne zaman, Allah bilir…

Birden irkildim, Selahattin’in sırtıma dokunan eli beni kendime getirdi; “Hadi kalk gidiyoruz” dedi.

İnceburun, incecik ruhların, yıpranmış hayatların yaralarını sarmaya birebir… Geleceksiniz, konacaksınız bir kuş gibi kayanın başına, bırakacaksınız kendinizi dalgaların hiç bitmeyen senfonisine…

• Tatlıca (Erfelek) Şelaleleri
Sinop gezisinin finali Erfelek’de yapılır. Son gezeceğimiz yer Tatlıca Erfelek Şelaleleri… Türkiye’de en şöhretli şelalelerin hemen hemen hepsini gördüm gibi… Düden, Manavgat, Mençuna, Maral, Günpınar… Saymakla bitmez.

Vurduk, doğruca Erfelek Şelalelerine… Erfelek İlçesine gidiyoruz. Sinop merkezden yaklaşık 40 kilometre… Akşam geç oldu, gidene kadar karanlık olacak ve 28 adet şelaleyi görmek tehlikeye düşecek. Selahattin’e dedim ki, “Uçur beni baba!”

Erfelek Şelaleleri, Erfelek ilçesine yaklaşık 17 kilometre uzaklıkta… Yol düzgün… Şelalelere varmadan önce sizi bir sürpriz bekliyor, Erfelek baraj gölü! Ormanın tam ortasına kurulmuş bir doğa harikası… Şelaleleri görmeden sanki bir ön ziyafet, yemekten önce atıştırma gibi…

• Erfelek Doğa Harikası Pansiyonu ve Alabalık Tesisleri
Peki, gittiniz şelaleye, nerde kalacaksınız?
Size garanti veriyorum ve kefil oluyorum ki, Şükrü Amca’nın ve oğlu Onur’un yeri “Erfelek Doğa Harikası Pansiyonu ve Alabalık Tesisleri” nde… Tesis önce alabalık yetiştirme çiftliği olarak yapılmış, fakat ilerleyen yıllarda çok sayıda yerli ve yabancı turist gelince tesise pansiyon ve restoran da eklemişler.

Bu pansiyonda kalmanız için çok sebebiniz var.

Her şeyden önce Ağustos ayının yakıcı sıcağında burada serin bir gün, soğuk bir gece geçirirsiniz. Öyle ki gece pansiyonda kalır ve yünlü bir yorganda yatmazsanız donarsınız. Bu bir… Sabah akşam, Erfelek Barajı gölünün etrafında yürüyüş yaparsınız. Etti iki… Buz gibi kaynak suda yetiştirilen enfes alabalık ziyafeti çekersiniz.

Alın size üç… En iyisini en sona sakladım: Kuzu çevirme... Erfelek doğasında yetişen kuzuların doğal ateş ısısıyla pişirilmesine şahit olacaksınız. Sırf buna kalsa Erfelek Doğa Harikası pansiyonunda kalınır. Fiyat olarak da hesaplı olduğunu söyleyeyim.

Sahipleri ve çalışanları sizinle bir aile gibi oluyor. Sıcakkanlı, samimi ve doğal insanlar… Şükrü Ustayla sohbet eder, Onur’la samimi dost olursunuz. Hadi atlayın gelin, ayırdım yerinizi! (0 535 422 01 57)

•    Ve Erfelek Şelaleleri
Erkenden sabah olmasını hiç bu kadar istememiştim, yarın Erfelek Şelalelerini görecek olmanın heyecanıyla hiç uyku tutmadı gözlerimi… Hayatta iki defa gece uyuyamadım sevinçten, birincisi bayramlık elbise ve ayakkabıyı giyeceğim 10 yaşında iken arife günü, bir de Erfelek Şelalesini göreceğim gün…
Ve ezan okundu, Allah’u Ekber…

Selahattin’le erkenden kalkıp yola koyulduk. Şelalelerin giriş kapısı ile pansiyon arasında yaklaşık 800 metrelik bir mesafe var. Yürüyerek de gelebilirsiniz.

Tabiat parkının kapısından girerken heyecanımız daha da tavan yaptı. Her yerde olduğu gibi buradan da geçişte bizden para almadılar, basın mensubu olduğumuz için… Erken geldiğimiz için Allah’ın bir kulu bile yoktu, görevliler de dahil…

Ve fotoğraflarda gördüğümüz Şelale burası mıydı? Aman Allahım, ne güzel akıyor, bir gelin gibi süzülüyor. Şimdi 28 adet şelalenin en yüksekten akan ve son şelalesindeyiz. Sondan başa doğru gideceğiz.

Gezinin bu noktasında size “şelaleyi gezme kılavuzu” yerine geçecek bilgiler verebilirim:

•    Şelaleler nasıl gezilir?
Şelaleleri üç şekilde gezebilirsiniz.

1-Sondan 5-6 şelaleye gidecek kadar taş ve ahşap merdiven yapılmış… Yaşlılar, çocuklar ve hastalar bu rotayı takip edebilir. Rahat ve tehlikesiz… Fakat daha fazla şelale göremezler ve başlangıç noktasına gidemezler.

2-Ahşap merdivenlerin bitiminden itibaren patika yol başlıyor, 1,5 kilometre boyunca patika yoldan yürüyüp Erfelek Şelalelerinin birinci şelalesine, başlangıç noktasına ulaşabilirsiniz. (Biz bu yolu tercih ettik)

3-Şelalelerin aktığı vadiyi takip ederek, tırmanarak en üst noktaya ulaşabilir, dönüşte de patika yoldan inebilirsiniz. Bu zorlu ve tehlikeli bir yolculuk olabilir. Özel giyim gerekiyor. Her tarafınız çamur olabilir, suya batabilir ve ayağınız kayabilir. Ayrıca ciğerinize ve atletik yapınıza güvenmeniz lazım. Biz bu şartlara haizdik ama takım edevatımız olmadığı için bu yolu tercih etmedik. Fakat işin aslı şelaleler asıl bu rotadan gezilir. Diğer rotalardan şelale zevki alamazsınız.

Dedim ya, biz patika yolu takip ettik. En zirveye ulaştığımızda bizi Türk Bayrağı asılı, güzel bir konaklama yeri karşıladı. Süt mısır ve yayık ayranı ikram edilen bir mekân… Fakat sahibi yok. Ne yapsak acaba, buz gibi suyun içindeki yayık kabından birer bardak ayran içsek olur mu?
Her zaman olduğu gibi en sıkıştığımız noktada hep Selahattin’in zekâsı devreye giriyor;

“Alişan abi ayranımızı içer, parasını da bardağın altına kor gideriz” dedi. Tıpkı Osmanlı devrinde olduğu gibi… Hay sen çok yaşa Selahattin!

Öyle yaptık, buz gibi yayık ayranımızı içtik parasını da oraya bırakıp geri döndük. Umarım işletmeci o parayı görmüş ve almıştır.

Fakat o ayran neydi öyle?
Selahattin’e dedim ki, “Baba biz ayran mı içtik yoksa bal şerbeti mi?”
Ve böylece Sinop maceramız, Erfelek Şelaleleri gezimiz burada sona erdi.

******

• Elveda Sinop!
Sinop’u sadece denizden, ormandan, tarihi mekânlarından, temiz havadan, ılık esen rüzgârından, şelalelerden, mantıdan ibaret sayıyorsanız yanılırsınız. Sinop’un bir ruhu var. Sizi çarpan, kendinizden geçiren, sarhoş eden bir ruhu…

Sinop’a bir özür borçluyum… Geç geldiğim, şimdi keşfettiğim için…

Ah Sinop!
Taşına toprağına, ormanına denizine kurban olduğum güzel şehir!
Sen orada, uzakta, Kuzey’in en ucunda, Karadeniz’in ortasında bekleye dur, bir gün mutlaka geleceğim, tekrar göreceğim seni… Denizinle yunacak, rüzgârınla havalanacak, ruhunla sohbet edeceğim.

Ey Sinop!
Karadeniz’in soğuk sularından kopup gelen dalgalar bir senin kayalarını bir de benim kalbimi dövdü. Aşık olduğum, sevdiğim, gönlümün mümtaz bir köşesinde yerini alan şehirlerden birisin artık.
Hoşçakal Sinop!
Elveda Erfelek!
Allaha ısmarladık.