Aslında “varoluşun merkezine”, “ben”liğin köklerine bir yolculuk ki sanki yaratıldığın anı yeniden yaşıyorsun.  Yaratıcın ile ahdini yeniliyorsun ve  “yenileniyorsun”.
Bana da nasip olan umre yolculuğunu böyle anlatmaya başlamanın mübalağa olmayacağı gibi ne söylersem söyleyeyim eksik kalacağının ve hatta haddimi aşacağımın da farkındayım. Ama hayatımın belki de en müthiş tecrübesini yazmadan yapamazdım.

Benim için umre yolculuğu Peygambere olan yolculuk demekti. “O”nun hicret ettiği ve medfun olduğu şehri, Medine’yi,  daha çok merak ediyor ve daha uzun süre kalmak istediğim taraf zannediyordum. Ancak Kabe’nin ihtişamından düşündüğümden çok daha fazla etkilendim.

Bir insanın Kabe ile ilk karşılaştığı ve onu ilk gördüğü an çok özeldir. Herkesin bildiği gibi o anda edilen dua kabul olunur. Bu duaya aylar öncesinden istediğiniz kadar hazırlanın, “o an”,  iradenizin çok ötesinde yaşanır.

Kabe, aslında “Kabe-i Muazzama”,  etrafındaki o inşaat pisliklerine, kepçelere, gürültüye,  toz bulutlarına rağmen ihtişamından hiç eksilmeden asırlardır bütün azameti ve heybeti ile dimdik ayakta… Sanki insanı tam merkezinden yakalayıp, savrulduğu boşluklardan kurtarmak için hakikate sabitlemek istiyor. Mucizevi bir şekilde insanı Allah’ın evinde ve hiç olmadığın kadar “O” na yakın hissettiriyor.

Tavaf ile etrafında döndüğümüz aslında Yaratan ile Bezm-i Elestteki ahdimiz… Bütün sıfatlarımızdan arınıp, sadece “kul” olup, hatırlıyoruz ki; ezelden ebede bu uzun yolculukta sadece kısa bir gölgelikten ibaret dünya…

Muhakkak her ibadetin ayrı bir hikmeti, ayrı bir hazzı vardır ama bence tavaf kendine münhasır ve hikmetleri bütünüyle idrak edilemeyecek kadar derin bir ibadet. Tıpkı Kabe-i Muazzama’ nın göründüğünden çok daha fazlası olduğu gibi…

Mekke ve Medine…
Biri Allah’ın “Celal”, diğeri “Cemal” sıfatı…

Mekke ne kadar keskin ise Medine o kadar naif ve her iki şehirde birbirini ancak insan kalbinde tamamlayarak hissedilebiliyor.

Medine’de, Peygamber’in mescidinde, okulunda, evinde rengarenk insanlarla birlikte olmak, başka insanların başka dillerinde ama aynı duanın içinde yer almak, birlikte saf tutmak ve sonrasında bir buçuk milyar nüfusuyla tüm İslam aleminin haline üzülmek…

Bu şehirlerde bulunmuş olmanın her müslümana nasip olması arzulanan hazzı bir yana iç burkan durumlara da şahit olabiliyorsunuz. Oradaki hazineye daha çok sahip çıkılmasını, daha fazla saygı duyulmasını, tarihi eserlerin orijinallerine sadık kalarak muhafaza edilmesini ve insanların ibadetlerinin kolaylaştırılmasını istiyorsunuz. 

Ancak bizlerde o topraklardaki ecdat yadigârı hazinelerimize ne kadar sahip çıkabiliyoruz sorgulamak gerekir. Sadece Osmanlı bölgesi ile sınırlı kalmayıp, tüm dünya müslümanlarının büyük bir coşkuyla karşıladığı, Sultan II.Abdülhamit Han’ın engin vizyonuyla tasarlanmış, zamanın şartlarında dev proje olan “Hicaz Demiryolu”nun Medine’ye giden her Müslüman Türk’ün ziyaret etmesi gereken yerlerden olduğunu, ülkemizin umre ve hac programlarında yer alması gerektiğini düşünüyorum. 

Bizler bunu yapmazken, sadece o bölgenin yönetimini ve halkını oranın mukaddesatına ve tarihine yeteri kadar sahip çıkmadığı için eleştirmenin doğru olmadığını düşünüyorum.

İnsan fıtratı yaşadığı olumsuzlukların kaynağını kendisi dışında arama eğilimindedir. Ancak şu da var ki;  orada olumsuzluk ve zorluk yaşarken dahi  “çölün” ortasından doğan ve yayılan “Nur”un engellenememesi gibi, aslında Yaratanın “hiçliğin” tam da içinde her şeyi hatta “en değerli hazineyi”  barındırabilmesinin nasıl bir mucize olduğunu düşünüyorsunuz.

Allah’ın sevdiği ve sevdirmeyi dilediklerinin günümüzde kabul gören sevmek, sevilmek ve haz almak algısından ne kadar da uzak olduğunu ve bu duyguların sebepsizce de yaşanabileceğini anlıyorsunuz. 

Hira’da  gerçek aşkın, Sevr’de hesapsız dostluğun “kokusunu” duyabiliyorsunuz.
Keşke yaşadığımız bütün güzelliklerin etkisini ruhumuzda bir ömür taşıyabilsek…
Unutmasak, dağılmasak, savrulmasak…
Herkese hayırlı Ramazanlar diliyorum.