Yoksa şu yaprakta Yavuz
   Yoksa şu sayfada Oğuz
   Biz de yoğuz, biz de yoğuz… 
                                                            Yahya Kemal Beyatlı

   Tarihine bizimki kadar küçümseyerek bakan bir imparatorluk varisini yeryüzünün hiçbir yerinde arayıp bulamazsınız. Kendi tarihini, mazisinin utanılacak bir kara lekesi olarak değerlendiren başka bir millete rastlayamazsınız.
   Geçmişe karşı aynı istihzayı, bu alaycı tavrın davet ettiği küçümsemeyi görürsünüz birçok aydın ve entelektüel geçinen zevatın dudaklarında. Bu küçümsemenin ana malzemesi, bazen medrese olur, bazen genelleştirilir cümle Osmanlı’yı kuşatır. Batıyı anlayamamışızdır, gelişme ve modernliğin trenini kaçırmışızdır. Örnekleri de hemen aynıdır.
   Osmanlı batıyı bir türlü anlayamamıştı. Burnunun dibinde müthiş bir gelişme gösteren  Dünya’ya gözünü kulağını tıkamış, bilimsel gelişmelere ilgi göstermemiştir.
   Örnek iddialara göre;
   Medrese batıya üç yüz yıl hiç ilgi göstermemiş, kulağını tıkamıştır. Bu ilgisizliğin sebebi; “Batı Hiristiyan’dır,  zaten akıllı olsalardı te’lise (Üçlü Tanrı’ya) inanmazlardı anlayışıyla bunlar kefere guruhu, biz bunlardan hiçbir şey almayız” demiştir.
   1947 Yılında lise birinci sınıflarımızda okutulan tarih kitaplarında şöyle bir iddiayla karşılaşıyoruz.
   18.Yüz yıl içerisinde medrese, asırla hiçbir ilgisi kalmamış olan doğu bilgisini onarmaya başladı. Medrese çok kere kaybettiği nüfusunu kazanmak için teşkilatlanacak yerde Avrupa bilgi ve düşüncesine karşı ayaklandı, onu kafirlikle suçlu tuttu. Bu ayak diremeler teknik okullarımızın hızla gelişmesine engel oldu.
   Yafta asılmıştır bir kere, günah keçisi haline getirilen geçmişimizin boynuna. Hele öldükten sonra kim cesaret edebilir onu oradan çıkarmaya.
   Osmanlı tarihinin yarısı karanlık bir bölgedir bizim için. Ne görmek isteriz onu, ne de göstermek. “Zaten adam olsalardı bu hale düşmezdik”. Derdimiz budur ya da derdimizin bu olduğu öğretilmiştir birçoğumuza.
   Oysa hiçbir milletin tarihi sürekli yükselme ve başarı grafiği çizmez. Başarı kadar, başarısızlıklarda tarihin gerçekleri arasında yer alır. Eğer başarısızlık ve yenilgi dönemlerini bilmezseniz gelecek için umutlanmanız ve ayağa kalkmanız söz konusu olamaz.
   Anlatılmak istenen şudur ki; “Mahkeme kadıya mülk değildir” Dünya’da da siyasi, ekonomik, kültürel egemenlikler ilelebet, sonsuza kadar payidar değil. Bazı halklar fatih olur, bazıları fethedilir. Ancak fethedilmeyi arzu eden halklar fethedilir.
   Sonuçta tarihimize kör ve şaşı bakışımız, böyle garip bir eğitim mantığı, çift karakterli, şaşı ve şaşkın bireyler yetiştiriyor ister istemez. Sanki “Ben böyle olmamalıydım, ama nasılsa bu hallere düşürülmüşüm” duygusu bir gölge gibi bize eşlik ediyor.
   1918 den sonra gelişen olaylar, önce ruhunu Anadolu’ya çağırarak, sonra ötekileştirerek daha sonra görmezden gelerek Osmanlı’nın ait olması gereken yere gitmesine engel olmuş, günümüze kadar burada, aramızda bir yerlere bizimle, kimi zaman bir hayalet, kimi zaman bir ruh, kimi zaman da bir hortlak olarak varlığını sürdürmesine neden olmuştur.
   Zira Filozof Derrida’nın dediği gibi,”Usulüne uygun cenaze merasimi yapılmayan bir ölü; ya ruh olarak, ya hayalet olarak, ya da hortlak olarak aramızda dolaşıp bize musallat olacaktır”.
   Yalnız, burada tehlikeli bir tuzağın beklemekte olduğunu da bilmek lazım. Mazi karşısında esarete düşme tuzağıdır bu. Kendimizi bu günün hapishanesinden kurtaralım derken, bir anda geçmişin hapishanesinde bulabiliriz.
   Geçmişle övünmek, giderek geçmişe kızmak ve lanetlemek kadar bilinçsiz bir çabaya bürünebilir. Çünkü her ikisinde de geçmiş yerinde durmakta, onun yerine biz konuşmaktayız. Birinde överken diğerinde yeriyoruz.
   Her iki tavırda da zamanın aynası karşısında durmakta olan mazinin ret ve hayranlığa değil, anlaşılmaya ve kavranmaya ihtiyacı vardır.