Dokuz yüz kilometre sınırımızın olduğu bir ülkede, burnumuzun dibindeki komşumuzda meydana gelen bunca katliam karşısında biz de mi sussaydık, sırtımızı dönüp görmezden gelseydik. Birçoğumuzun akrabalık bağı bulunan, temelde din bağıyla bağlı olduğu Suriye’deki kardeşlerimizin hunharca katledişlerine seyirci kalabilir miydik.

   Kundaktaki bebelerin, okul çağındaki çocukların, gelinlik kızların, civan mert delikanlıların, masum ve sabilerin yok edilişlerini görmezden mi gelseydik. Suriye’deki hadiselerden bize ne, Suriye’de ne işimiz var diye sırtımızı mı dönseydik. Bu realist, akılcı, vicdanlı bir tavır olur muydu?

   Zalimin zulmünden kaçan insanlara sınırlarımızı kapatıp rahatımızı bozmasaydık. Kurşunun, topun tüfeğin, tankın, uçağın önünden kaçan insanları zalim Eset’in ölüm mangalarına teslim mi etmeliydik. Tıpkı 1940 yıllarda Rus zulmünden kaçan Azeri kardeşlerimizi Boraltan köprüsünde zalimin kucağına teslim edip köprünün diğer ucunda öldürülmelerini seyrettiğimiz gibi. Suriye’den kaçan mazlumları Eset’in ölüm mangalarına teslim ederek Asi nehrinin öbür yüzünde kurşuna dizilişlerini seyretmek daha masrafsız daha adil mi olurdu.

   İş bu noktaya gelmişken size tarihe mal olmuş canımızı acıtan yukarıda sözünü ettiğim Boraltan katliamından bahsetmeliyim. 1940 Yıllar. Rus (Moskof) zulmünden kaçan, çoğunluğunu asker ve subaylardan oluşan 417 Azeri Türk’ü Türkiye’ye sığınır ve iltica talebinde bulunurlar. Durumdan haberdar olan Rus hükümeti Ankara’dan sığınmacıların geri verilmesi için talepte bulunur. 

   Konu mecliste, özelikle de kabinede görüşülür ve mültecilerin verilmemesine karar verilir. Devletler hukukuna göre de mülteci durumunda olan hiçbir sığınmacıyı geri vermek gibi bir mecburiyet yoktur. Fakat her ne sebepten bilinmez devrin başvekili ve hariciye bakanının elbirliğiyle Azeri kardeşlerimizin Moskof’lara teslimine karar verilir. Bu kararı duyan Azeri kardeşlerimiz başlarındaki, teslimi gerçekleştirecek olan subaya, bizi Rus’lara teslim edeceğinize şuracıkta siz öldürün de Moskof kurşunuyla gitmeyelim diye yalvarırlar.

   Ankara’ya mültecilerin bu istekleri telgrafla bildirilir. Karar değişmez. İlk seksen kişilik grup Aras nehri üzerinde bulunan Boraltan köprüsünde gerçekleştirilir. Azeri Türk mültecileri teslim alan Rus askerleri köprünün diğer ucunda seksenini de kurşuna dizer. Bu korkunç manzarayı köprünün diğer ucunda şahit olan Türk askerleri ve başlarındaki subayları kahrolurlar. Ankara’ya telgraf üstüne telgraf çekerek şahit oldukları bu korkunç manzarayı bildirirler.

   Bütün çabalara rağmen sonuç değişmez, teslim edilen her grup Boraltan köprüsünün diğer ayağında Moskoflar tarafından son neferine kadar kurşuna dizilirler. Bize bu elim hadiseyi seyretmek düşer.

   Somali’de, Libya’da, Yemen’de, Saray Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Afganistan’da, Irak’ta ne işimiz var, Suriye’den bize ne diyenlerle Boraltan köprüsünde kardeşlerini kurbanlık koyunlar gibi zalimlere teslim edip karşıdan seyreden zihniyetle ne farkı vardır.

   Bize ne canım, oralarda ne işimiz var demek kendimizi ve milletimizi inkardan başka bir şey olamaz. Bu büyük milleti, asırlara yayılmış olan ihtişamlı yürüyüşünü 777 bin kilometre kare içerisine sıkıştırıp Anadolu platosuna bakarak değerlendirmek olur. Efsanedeki zalim Prakrust gibi o görkemli tabloyu fukaralaştırdığımız hafızamıza tıkmak olur.

   Efsanedeki zalim Prakrust standart ebattaki yatağına uzun boyluların bacaklarını kırarak, kısa boylularını boylarını prangalara vurarak uzatarak yatırıyordu.

   Zihinlerimizi gerili olduğu çarmıhtan kurtararak Cezayir’den Yunanistan’a, Yemen’den Moldova’ya, Mısır’dan Gürcistan’a uzanan onlarca devlet ve milleti üzerinde barındıran 23 milyon kilometre kare mirasın ahfadı olduğumuzu idrak ettiğimiz an Suriye’dekiler bizi neden ilgilendirir sorusuna cevap bulmuş oluruz.