28 Mayıs 1945

Drau Katliamı

Prof. Dr. Ufuk TAVKUL
Ankara Üniversitesi
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi

Kafkasyalıların tarihleri bağımsızlık savaşları, özgürlük mücadeleleri, göçler, sürgünler ve soykırımlarla doludur. Rusya’nın Çar Deli Petro ile başlayan “Sıcak Denizlere İnme” siyasetine karşı gösterdikleri kahramanca direnişleriyle, Rus ordularına âdeta Kafkas Dağları gibi bir set çeken Kafkasya halkları, bu hürriyet aşklarının bedelini ne yazık ki nesiller boyunca kanlarıyla ödediler.

16. yüzyıldan 1864 yılına kadar süren Kafkas-Rus savaşları, bu tarihten sonra da gerilla savaşları ve çete harpleri biçiminde İkinci Dünya Savaşı ortalarına kadar devam etti. 1943 yılı Kasım ayında Karaçaylıların, 1944 yılı Şubat ve Mart aylarında Çeçen-İnguşların ve Malkarlıların Kafkasya’dan topyekûn sürülmeleri ile birlikte bu mücadele de sona erdi. Bu sürgün Kafkasya halklarının 20. yüzyılda uğradıkları en büyük soykırım hareketiydi. Ancak Kafkaslıların yaşayacakları kötü günler henüz sona ermemişti. İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde, Avrupa’nın göbeğinde İngilizler onlar için yeni bir trajik sayfa açmaya hazırlanıyorlardı. 1943 yılı ortalarında Kafkasya’dan çekilmek zorunda kalan Alman ordusuyla birlikte Kafkasya’yı terk eden 15 bin Kafkasyalı mülteci, Avusturya’nın Drau Irmağı kıyısında kurulmuş olan mülteci kampında, 28 Mayıs 1945 tarihinde İngilizler tarafından Sovyetler Birliği hükûmetine, daha doğrusu Stalin’in ellerine teslim edildiler. Alp Dağları’na kaçıp canlarını kurtarabilenlerin dışında, o gün 7 bin Kafkasyalı Drau Irmağı’na atlayarak ya da İngiliz ve Ruslarla savaşarak hayatlarına son verdiler. Avrupa’nın ortasında, medenî dünyanın gözü önünde meydana gelen bu faciayı hazırlayan olaylar zincirini şöyle özetleyebiliriz:

1941 yılında Kafkas kökenli Sovyet savaş esirlerini sabotaj ve casusluk konusunda eğiterek Sovyet cephe hattı gerisindeki görevlere hazırlayan Almanlar, Kafkasya’ya sızma faaliyetlerini yoğunlaştırdılar. Almanların 1941 yılında Sovyetlere saldırdıkları sırada, Kafkasya’da yaşamakta olan Karaçay-Malkar halkının da Almanlara karşı sempati beslemeye başlaması üzerine Sovyet hükûmeti, Kızıl Ordu’da görevli Karaçay-Malkarlı subay ve askerleri “güvenilemeyecek düşman unsurlar” sayarak cepheden alıp, Ural bölgesindeki kömür ocaklarına sürdüler. Sovyetlerin bu davranışı karşısında bir Karaçay süvari alayının silahları ile dağa çıkmasıyla birlikte, Almanlar Kafkasya’da bir müttefik halk kazandılar.

Sovyetlerin Almanlara karşı savunma savaşı 1942 yılının Temmuz ayı sonunda Kuban bölgesinde patlak verdi. Ağustos ortasına kadar devam eden savaşta Alman ordusu adım adım ilerleyerek Ağustos sonunda Terek ırmağına ulaştı. Almanlar 21 Ağustos 1942’de Karaçay-Malkar gerilla güçlerinin yardımıyla Kafkas dağlarının en yüksek zirvesi Elbruz Dağı’na (Mingi Tav) Alman bayrağını diktiler.

1942 yılının sonbaharında Alman birliklerinin işgal ettiği Batı Kafkasya’da, bilhassa Karaçay-Malkar’da daha Almanlar gelmeden önce mahallî çeteler Sovyet birliklerinin boşalttığı yerlerde iktidarı ele geçirmişlerdi. Yerli halka dinî ve siyasî hürriyet verdiklerini açıklayan Almanlar bu hareketleri ile yerli halkın sempatisini kazanmışlardı. Camiler yeniden açılmış, kollektif çiftlikler kaldırılmıştı.

Silahlı birlikler oluşturan Karaçay-Malkarlılar Kafkas Dağları’nda Sovyet ordusuna karşı amansız bir savaşa girişmişlerdi. Bu savaşlar sırasında Kafkasya’da bulunan Alman gazetecisi Erich Kern o günleri şöyle anlatmaktaydı:

Bilhassa yerli İslam unsurları ile aramız iyi. Her tarafta gönüllü süvari birlikleri kuruluyor. Peygamberin yeşil savaş bayrağı dalgalanıyor. Bir dostluk havası esiyor. Burada müslüman halk müthiş bir komünist düşmanı. Ben kasabaya girerken Karaçaylılardan oluşan bir süvari taburu, gülü oynaya dağdaki hizmetlerine gidiyordu. Uzun boylu, tunç yüzlü güzel delikanlılar eyer üzerinde kalıp gibi duruyorlar…
Kafkas kavimleri Almanlara karşı çok candan davranıyorlardı. Alman raporlarında Rus ve Ukraynalı halk arasında korku ve çekingenlik, buna karşılık Kafkas halklarında dostluk ve destek tespit edildiği yer almaktadır. Yerli halka eğitim ve kültür işlerinde, hükümette ve bölgenin yönetiminde önemli derecede özerklik verilmişti. Dinî özgürlük Almanlar tarafından tekrar geri getirilmişti. Bu davranış yıllardan beri amansız Sovyet din karşıtı baskılara maruz kalan Müslüman halkın sevinciyle karşılanmıştı. Almanlar tamamen Kafkasyalı gönüllülerden oluşan birlikler kurmaya başlamışlardı.

Fakat, işler Kafkasyalıların ve Almanların umduğu gibi gitmedi. 1942 yılı sonlarında Alman ordusunun Rusya’da yenilgiye uğratılması sonunda, Almanlar Kafkasya’dan çekilmek zorunda kaldılar. Bu sırada Adige-Kabardey, Karaçay-Malkar ve Osetler’den oluşan onbeş bin kişilik bir mülteci kafilesi de Alman ordusu ile birlikte Kafkasya’yı terk etti. Karanlık bir geleceği, Kafkasya’da kalıp Sovyet zulmüne uğramaya tercih eden bu mültecilerin yüzde altmışını askerlikle hiçbir ilgisi olmayan yaşlılar, kadınlar ve çocuklar teşkil ediyordu. Kafkaslı mültecilerin büyük çoğunluğu işçi, kolhoz köylüsü, küçük memur gibi toplumun alt tabakasına mensup kişilerden oluşurken, içlerinde Kafkasyalıların yetiştirdiği aydınlar, Kızıl Ordu’dan firar eden asker ve subaylar da bulunmaktaydı. Karaçay-Malkar ve Çerkes mültecilerin büyük kısmı aileleri, anne-babaları ve çocukları ile beraber yola çıkmışlardı. Çeçen-İnguş ve Dağıstanlı mültecilerin büyük bölümü ise bekâr askerlerden meydana geliyorlardı.

At arabaları, atlılar ve yayalardan oluşan bu Kafkaslı mülteci kafilesi 22 ay boyunca kendilerini takip eden Sovyet kuvvetleri ile çarpışarak, uzun ve meşakkatli bir yolculuk sonunda Avrupa’ya ulaştılar. Kafkasyalıların bir kısmı burada Almanlar tarafından zorla kuzey İtalya’ya sevkedildiler. Almanlar Kafkasyalı mültecilere yerlerinden kıpırdamadan savaşın sonunu beklemelerini tavsiye etseler de, 1945 yılının Nisan ayında, artık Hitler Almanyasının sonunun geldiğini anlayan bir grup Kafkasyalı mülteci Amerikan birliklerinin bulunduğu bölgeye ulaşmak amacıyla Avusturya sınırına doğru yola çıktılar. 1 Mayıs 1945 tarihinde yola çıkan kafile Alp Dağları üzerindeki geçitlerden aşarak, 5 Mayıs günü Avusturya’nın Oberdrauburg kenti yakınlarında, Irchen ve Dellace kasabaları arasındaki Drau Irmağı

Kafilenin önü burada İngiliz ordusuna mensup askerî birlikler tarafından kesildi. İngiliz subayları arasında bulunan NKVD’ye mensup bir Sovyet subayı onlara Rusça hitap ederek şunları söyledi:

At arabaları ile Kafkas Dağları’ndan Alp Dağları’na kadar uzanan yolunuz burada sona erdi. Artık İngiliz 8. Ordusu’nun Avusturya komutanlığının emri altındasınız. Kanunlara uyunuz ve düzeni koruyunuz!

8 Mayıs 1945’te Alman ordularının kayıtsız şartsız teslim olma anlaşması Berlin banliyölerinden biri olan Karlshort’ta imzalandı. Mülteci kafilesinin kaderi artık İngilizlerin elindeydi.

Kafkasyalı mülteciler, Kafkas dağlarının eteklerine sıralanıp yaşadıkları yurtlarındaki gibi, Drau Irmağı kıyısına da benzer şekilde sıralanıp çadırlarını kurdular. Atlarını otlamaları için Alp Dağları’nın çayırlarına saldılar. Karaçay-Malkarlılar Drau Irmağı’nın yukarı tarafına yerleşirlerken, Kabardeyler ve diğer Çerkes kabilelerine mensup mülteciler ile Osetler onların doğusuna kamplarını kurdular. Batı kısmına ise Dağıstanlılar ve Çeçen-İnguşlar yerleştiler.

Kafkasyalılar, 1918-1920 yıllarında Sovyet Kızıl Ordusu’na karşı Kafkasya’daki direniş hareketine kumandanlık eden, daha sonra Batı’ya iltica etmek zorunda kalan ve İkinci Dünya Savaşı’nda tekrar onlarla kader birliği ederek, Drau Irmağı vadisindeki bu mülteci kampında aralarına katılan Çerkes kökenli general Sultan Kılıç-Geriy’i kendilerine başkan seçerek bir mülteci kumanda heyeti oluşturdular. Sultan Kılıç-Geriy’in savaş ve siyaset tecrübelerine ve onun İngilizlerle olan iyi ilişkilerine güvenen Kafkasyalı mülteciler artık güvenli bir ortama kavuştuklarına ve kendilerini iyi bir geleceğin beklediğine inanıyorlardı.

28 Mayıs 1945 günü sabah saat 10’da mülteci kampına gelen bir İngiliz subayı, Kafkasyalı subayları ve sivil liderleri İngiliz ordusu komutanı Feldmareşal H. Aleksander’in bir konferansa davet ettiğini ve onlarla tanışmak arzusunda olduğunu bildirdi. Sayıları 350 kişiyi bulan bütün grup liderleri ve kumanda heyeti, başkan Sultan Kılıç-Geriy ile birlikte kamyonlara doldurularak kamptan çıkarıldılar. Kafkasyalı mültecilere liderlik eden bu kişilerin kamptan ayrılmalarının hemen ardından, kampın etrafı İngiliz askerleri ve tankları tarafından kuşatıldı. Bir İngiliz subayı Kafkasyalı mültecilere hitaben şunları söyledi:

Kafkasyalılar! Liderlerinizi Sovyetler Birliği’ne teslim ettik. Siz de 3-4 gün içinde teslim edileceksiniz. Düzeni bozmayın. Etrafınızın nasıl kuşatıldığını görüyorsunuz. Kaçmaya kalkışanlar derhal vurulacaktır. Biz Sovyetler Birliği ile müttefikiz. Siz yurdunuza dönmek mecburiyetindesiniz. Sizi geri göndermek de bizim görevimiz.

Sovyetler Birliği’nin eline geçtiklerinde ne türlü işkencelere ve eziyetlere uğrayacaklarını bilen Kafkasyalılar, İngilizlerin bu ihanetini protesto etmek için kampı siyah bayraklarla donattılar ve açlık grevi ilân ettiler. Yaşlılar, kadınlar ve çocuklar meydanda toplanarak dua etmeye başladılar. Kafkasyalıların içinden pek çokları, Ruslara teslim olmaktansa kurşuna dizilmeyi tercih ettiklerini İngilizlere bildirdiler.

İngiliz komutanın emriyle askerler Kafkasyalıların üzerine yürüyerek, onları tanklarla dağıtmaya, ezmeye, hayvanlar gibi tıka basa askerî kamyonlara zorla doldurmaya başladılar. Kaçınılmaz sonu gören ve teslim olmaktansa ölümü tercih eden Kafkasyalıların bir çoğu İngilizlerle çarpışarak ölürken, bir çoğu da kendilerini Drau Irmağı’nın azgın sularına atarak intihar ettiler. İçlerinden bazıları çoluk-çocuğunu teker teker kurşuna dizip, son kurşunu da kendi başına sıktı. Kaçmaya çalışanların pek çoğu da arkalarından açılan ateşle vurulup öldüler. Bu insanlık dışı olay karşısında, henüz merhamet hislerini kaybetmemiş bazı İngiliz askerleri bile göz yaşlarına hâkim olamadılar. Bunların göz yumması sonucunda Kafkasyalı mültecilerin bir kısmı Alp Dağları’na kaçıp saklanarak canlarını kurtardılar.

Mülteci kampından kaçamayan veya intihar edemeyen Kafkasyalı mültecilerin kamyonlara bindirilerek Sovyetler Birliği’ne teslim edilmeleri 28 Mayıstan 1 Hazirana kadar sürdü. Bu üç gün boyunca 7 bin Kafkasyalı öldü. Sağ kalanlar Kızıl Ordu’ya teslim edildiler. İçlerinden pek azı dağlara sığınarak canlarını kurtarabildiler. Drau Irmağı’nın kıyıları mültecilerden arta kalan at arabaları, atlar ve eşyalarla dolu idi.

Kafkasyalı mültecilerin başkanı general Sultan Kılıç-Geriy’in ileride kendilerine faydalı olabileceğini düşünen İngiliz ve Amerikalılar onu kurtarma teklifinde bulunarak şunu önerdiler:

Her ne kadar Naziler ile işbirliği yaptınız ise de, eğer affedilmeniz için yalvarır ve demokrasilere sadakat yemini ederseniz, Sovyetlere teslim edilmeyecek ve serbest bırakılacaksınız.

General Sultan Kılıç-Geriy onlara şu cevabı verdi:

Benim adamlarım cesur askerlerdir. Hür bir Kafkasya için canlarını vermeye hazırdırlar. Benim ecdadım, şeref ve namus uğrunda Rus boyunduruğuna karşı savaşırken şehid oldular. Bu arkadaşlarım ise, gece gündüz benimle aynı mefkûre için dövüştüler. Onların kanı benim kanımdır. Şerefle savaştığımız anlar o şerefi paylaştık. Şimdi de aynı akıbeti paylaşacağım. Milletime ihanet edip, onlar Sovyet NKVD’sinin ölüm mangaları tarafından idam edilirken, ben burada bir korkak gibi yaşayamam. Bir gün gelecek, sizler de anlayacaksınız ki, Sovyetler sizin hakiki dostlarınız değildirler. Fakat belki o gün iş işten geçmiş olacak. Bugün bu yaptıklarınızla siz de Sovyetler kadar suçlu oluyorsunuz. Bolşevizme karşı muzaffer günlerde, adamlarımla hep bir arada idik. Şimdi onlar ölüme giderken, onları yalnız bırakamam. Başlarında yine ben, kızıl cellatlara doğru yürüyeceğiz. Bu şerefi kimseye bağışlayamam.

Sultan Kılıç-Geriy ve arkadaşları Sovyet yetkililerine teslim edilerek ölüm yolculuğuna çıkarıldılar. Bir süre sonra onların toptan idam edildikleri haberi alındı.
İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde medenî Avrupa’nın göbeğinde, uygar devletlerin gözlerinin önünde işlenen bu insanlık suçundan, ne yazık ki günümüzde pek çok kişinin haberi yoktur. Güney Avusturya’da, Drau Irmağı yakınlarında 1960 yılında dikilen bir anıtta Almanca şu sözler yazılıdır:

Burada 28 Mayıs 1945’te yedi bin Kuzey Kafkasyalı, kadın ve çocukları ile birlikte Sovyet makamlarına teslim edildiler. Ve İslâmiyet’e olan sadakatleri ile Kafkasya’nın istiklâli ideallerine kurban gittiler

 —————————————

Karaçay Türkleri’nin Dilinden Drau Faciası

ABD’de yaşayan Türk toplumunun en önemli kitlesi olan Karaçay Türkleri’nin yaşayan çınarları, Cabbar Aybaz ve Niyazi Bayçora; 63 yıl önce binlerce kişinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan Drau faciasını anlattı.

Bugün 104 yaşında olan Cabbar Aybaz ile 85 yaşındaki Niyazi Bayçora; Avusturya’nın Ober Drauburg’daki mülteci kampından kaçarak hayatta kalan az sayıdaki Karaçay Türk’ünden sadece ikisi. Yaşananları hiçbir zaman unutamayacaklarını dile getiren Aybaz ve Bayçora, ‘Karaçay Türkleri’nin uğradıkları zulmün Kafkasya ile sınırlı kalmadığını’ söyledi.

Bir asrı geride bırakan Cabbar Aybaz’ın hafızası dün gibi taze. Varlıklı bir ailenin çocuğu olan Cabbar Aybaz, komünizmin gelmesiyle her şeylerini kaybettiklerini; 1930 yılında bulundukları bölgeden 350 kilometre uzaktaki çorak bir araziye ansızın sürgüne gönderildiklerini söyledi. Cabbar Aybaz, “9 kardeşin en küçüğü bendim. Rus askerleri bir sabah ansızın gelip bizi trenlere doldurarak evimizden 350 kilometre uzakta bir yere sürdüler. Yanımıza tek bir çöp tanesi bile almadan. Komünistler bizi maddi imkanlarımıza göre 5 gruba ayırdı. Bütün mal varlığımıza zaten el koymuşlardı. Camileri yıkıp, hocaları ortadan kaldırdılar. Namaz kılmak zaten yasaktı. Fakir olanları casusluk yapmak için kullanıyorlardı. Birçok Karaçaylı yıllarca hapis yattı ardından da Sibirya’ya ve değişik bölgelere sürgüne gönderildi.” dedi. Ailesinden bir dönem 17 kişinin hapiste yattığını anlatan Aybaz; bir abisinin hapse düşmemek için yıllarca kaçtığını ve abisinden bir daha hiçbir haber alamadıklarını ifade etti.

85 yaşındaki Niyazi Bayçora, Ober Drauburg’daki mülteci kampından kaçarak hayatta kalanlardan. Niyazi Bayçora, savaş yıllarının tüm insanlık için zor olduğunu söyledi. Nereye gideceğini bilmeden, Sovyetler Birliği’nin baskısı altında bir gençlik geçirdiğini anlatan Bayçora’nın hafızası oldukça güçlü. Niyazi Bayçora, “Savaşın başlamasıyla Rusların baskısı her geçen gün arttı. Almanlar 4 ay boyunca Rusya’yı işgal etti. Baktık olacak gibi değil, 1943 yılının Ocak ayında at arabalarına binerek; çoluk çocuk Ukrayna’ya doğru yollara düştük. Yolda Alman birlikleriyle karşılaştık. Onlar bizi mülteci statüsünde Almanya’ya götürmeyi teklif etti. Alman bir yüzbaşının önderliğinde, Romanya, Bulgaristan, Macaristan ve Avusturya üzerinden Almanya’ya gittik. Daha sonra bizi İtalya’ya yerleştirdiler. İtalya’da korktuğumuz için Avusturya üzerinden Almanya’ya gitmeye karar verdik.” dedi.

2. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Rus ordusuna asker olmak zorunda kalan Cabbar Aybaz, hem Rusya üniforması hem de Alman üniformasıyla askerlik yapan nadir insanlardan. Aybaz, ”Ruslar bizi zorla askere aldı. Fakat cepheye gidemeden Almanlara teslim olmak zorunda kaldık. Almanlar bizi fena sıkıştırmıştı. 4 bin Rus askeri teslim olduk; çünkü Alman tankları önümüzü kapatmıştı. Top atışları birliğin kumandanını öldürmüştü. Teslim olduğumuz takdirde öldürülmeyeceğimizi söyledikleri için birlik halinde teslim olduk. Avrupa’ya ulaşmamızın ardından bizi kamplara yerleştirdiler. 45 gün boyunca bu kamplarda yaşam mücadelesi verdik. Yüzlerce insan açlıktan öldü. Ölenler, Almanların hiç umurunda değildi. Hayatta kalanları işçi olarak çalıştırmaya başladılar. Kısa bir süre sonra Almanlar da bizi zorla askere aldı. Tabii askerlik değil ama işçilik yapmaya devam ettik. Rus ordusunda er, Alman ordusunda çavuş rütbesi ile görev yaptım.” diye konuştu.

Türk devleti bize sahip çıktı
Almanya’daki askerliği sırasında Kafkasya’dan sürgün edilen tanıdıklarıyla karşılaşan Cabbar Aybaz, Rusların, Almanlarla işbirliği yaptıklarını bahane ederek birçok Karaçay Türkü’nü zor şartlarda sürgüne gönderdiklerini ve birçok tanıdığının ağır şartlara dayanamayarak öldüğünü öğrenir. Savaşın bitmesinin ardından işgal kuvvetlerinin mültecilerle bir toplantı yaptığını; toplantıya katılan mültecilerin Ruslara iade edildiğini belirten Aybaz, o günleri şöyle anlatıyor: “Toplantıya katılanlardan bir daha haber alamadık. Toplantıya katılmayarak 2 ay dağlarda yaşayan Karaçaylılar ise zor günler geçirdi. Grup açlıktan dolayı yanlarında taşıdıkları 2 atı keserek yemek zorunda kaldı. Avusturya dağlarından Almanya’ya geçerek Türk yetkililere başvuran Karaçaylıların bir kısmı, 1948 yılında İtalya üzerinden Türkiye’ye gittiler.
Kimimiz İstanbul’a, kimimiz Eskişehir’e yerleşti. Kısa bir süre akrabalarımız bizi misafir etti. Ardından Türk hükümeti, Ankara Polatlı’da ev ve toprak verdi, para yardımı yaptı. Bu yardımı hiçbir zaman unutamam. Bizi en güzel şekilde ağırladılar. Uzun bir süre Milli Savunma Bakanlığı’nın tamir atölyesinde çalıştım. Dönemin Genel Kurmay Başkanı’nın arabasını bile tamir ettim. Kendisi şahsen teşekkür edip; yağ pas içindeki elimi bile sıkmıştı.”

ABD’ye yerleşme
1958 yılında bir tanıdığı vasıtası ile ABD’ye yerleşen Cabbar Aybaz, doğduğu topraklara bir daha asla dönemedi. Oysa 1940 yılında evinden ayrıldığında geride bir eş ve bir kız çocuğu bırakmıştı. 1955 yılına kadar onlardan hiçbir haber alamadı. Yıllar sonra Türkiye’ye bir akrabası tarafından getirilen mektupla ailesinin yaşadığından haberdar olan Aybaz, eşinin ve çocuğunun sürgünde öldüğünü düşünerek; yeniden evlenip yeni bir hayat kurdu. Geride bıraktığı ailesine ancak maddi yardım yapabildi. Almanya’da zor durumda yardım ettiği bir Karaçaylı ona ”Ben Rus gizli servisi için çalışıyorum. Bana yardım ettin, ben de sana yardım edeceğim. Sakın ülkene geri dönme. Ya hapiste sürüneceksin ya da öldürüleceksin” diyerek uyarınca ülkesine bir daha dönemeyen Cabbar Aybaz, ”Doğduğum toprakları her zaman özlüyorum. Çocukken koşturduğum yerler hep aklımda. Fakat bu da bizim kaderimiz. Beni, doğduğum yere bir daha gelmemek üzere sürgün ettiler.” dedi.
85 yaşındaki Niyazi Bayçora, Ober Drauburg’daki mülteci kampından kaçarak hayatta kalanlardan. Niyazi Bayçora, savaş yıllarının tüm insanlık için zor olduğunu söyledi. Nereye gideceğini bilmeden, Sovyetler Birliği’nin baskısı altında bir gençlik geçirdiğini anlatan Bayçora’nın hafızası oldukça güçlü. Niyazi Bayçora, ”Savaşın başlamasıyla Rusların baskısı her geçen gün arttı. Almanlar 4 ay boyunca Rusya’yı işgal etti. Baktık olacak gibi değil, 1943 yılının Ocak ayında at arabalarına binerek; çoluk çocuk Ukrayna’ya doğru yollara düştük. Yolda Alman birlikleriyle karşılaştık. Onlar bizi mülteci statüsünde Almanya’ya götürmeyi teklif etti. Alman bir yüzbaşının önderliğinde, Romanya, Bulgaristan, Macaristan ve Avusturya üzerinden Almanya’ya gittik. Daha sonra bizi İtalya’ya yerleştirdiler. İtalya’da korktuğumuz için Avusturya üzerinden Almanya’ya gitmeye karar verdik” dedi.

Alp dağlarının yamacında bulunan Drau nehrinin kenarına kurulan 8 bin kişilik mülteci kampına yerleşen Karaçaylılar burada Malkar, Çerkez ve diğer milletlerden insanlarla bir aradadırlar. Tam bu sırada Kırım’ın Yalta şehrinde zamanın Amerika Başkanı Franklin Roosevelt ve İngiliz Başbakanı Winston Churchill ve Sovyetler Birliği lideri Stalin bir toplantı yapar. Stalin, her ne şekilde olursa olsun, Rusya’dan ayrılan sivil ve askerlerin geri teslim edilmesini talep eder ve bu talebi kabul edilir. Niyazi Bayçora, o günleri yaşar gibi anlatırken; ”Yetkililer, ‘Sizi Rusya’ya teslim edeceğiz’ dediklerinde başımızdan kaynar sular döküldü. Zulmünden kaçtığımız Ruslar’a tekrardan teslim edilmek bizim için ölümdü. Önümüz tanklar ve askeri araçlarla kesiliydi. Arkamızda ise Drau nehri vardı. Geri dönmek istemeyen 300 kişi ile birlikte gece dağlara doğru kaçtık. Kaçanlar arasında çocuklu kadınlar da vardı. Yakalanmamak için küçük gruplar halinde dağlarda saklandık.” diye konuştu. Kaçışın ardından Drau kampında yaşananları dağdan seyreden Bayçora, kamptan dumanlar yükseldiğini ve siyah bayraklar çekildiğini anlattı. Niyazi Bayçora, ‘Ruslara teslim olmaktansa ölürüm’ diyen onlarca insanın kendini Drau nehrinin soğuk sularına attığını kaydetti. Geride kalanların Ruslar tarafından teslim alındığını ve bu kişilerin kurşuna dizildiklerini duyduklarını anlatan Bayçora, yaklaşık 2 ay dağlarda yaşamış. Niyazi Bayçora, ”Savaşın bitmesi ile herkes ülkesine dönmeye başladı. Bizler ise tekrardan Rusya’ya dönmek istemiyorduk. 1946 yılında Londra’da bir toplantı yapıldı. Toplantıda Anna Eleanor Roosevelt, ABD adına heyete başkanlık ediyordu. Rus heyeti ABD’lilere neden verdikleri sözü tutmadıklarını; mültecileri neden teslim etmediklerini sormuş. Bayan Roosevelt sert bir şekilde cevap vererek ‘Biz sizler gibi kasap değiliz. İsteyen döner, dönmeyenleri zorla gönderemeyiz’ demiş” şeklinde konuştu.

Kars’ı hiç görmeden Karslı oldum
Birçok mültecinin farklı ülkelere gittiğini anlatan Bayçora, Karaçaylıların da Türkiye’ye gitmek için başvuruda bulunduğu söyledi. Ruslara yakalanmamak için her ayrıntıyı düşündüklerini belirten Bayçora, Karaçaylıların kendilerini Türk vatandaşı olarak tanıttığını; kendisinin de soranlara Karslı olduğunu söylediğini ifade etti. Niyazi Bayçora, ”Herkes kendine bir il seçti. Kimi Karslı oldu, kimi Antalyalı. Kendi aramızda birbirimizi çalıştırıyorduk. Türkiye’nin başkenti Ankara, İstanbul en büyük şehri gibi. Çünkü etrafta birçok Sovyet ajanı vardı. Birileri Rusça bir şey soruyor; ama biz hiç cevaplamıyorduk. Çünkü Rusya’ya geri gönderilme durumumuz vardı. 1949 yılında Türkiye’ye gittik. Önce İtalya’daki ardından Almanya ve en son olarak Avusturya’daki Karaçaylılar Türkiye’ye gitti. İlk defa huzurlu, rahat ve korkusuz günler geçirdik. Aşağı yukarı tüm Türkiye’yi gezdim, fakat memleketim dediğim Kars’a hiç gidemedim.” dedi. 1992 yılına kadar Kafkasya’ya hiç gidemeyen Bayçora, 50 yıl aradan sonra ülkesine döner ve kardeşlerini görür. Niyazi Bayçora, ”Yaşananlar geride kaldı dememeliyiz. Yeni nesle bunlar anlatılmalı, kendi kültürümüzü ve başımızdan geçenleri unutturmamalıyız.” diyor.

Drau’da ne oldu?
Kuzey Kafkasyalıların uğradıkları zulüm sadece Kafkasya ile sınırlı kalmamış, Almanlarla beraber Avrupa’ya geçen ve en son Avusturya’da mülteci kampına yerleştirilen Kafkasyalılar da Ruslar tarafından geri istenmiş ve teslim edilenler acımasızca katledilmişler. Teslim olmak istemeyenler ise kendilerini Drau Nehrine atarak öldürmüşlerdir. Bu hadise tarihe “Drau Faciası” olarak geçmiştir. 1944 yılının sonlarına doğru Rusya’dan kaçan Kuzey Kafkasyalılar, Kuzey İtalya’nın Paluzza Bölgesi’ndeki İtalyan dağ köylerine yerleştirilirler. Savaşın bitmesinden birkaç gün önce de Avusturya’ya, Carinhia’nın Ober Drauburg bölgesine sürülerek, burada Drau nehri vadisine yerleştirilirler. Bu bölge daha sonra İngiliz işgal sahasına dahil edilir ve bu olay Kafkasya’daki Müslüman Türk halk için çileli günlerin başlangıcı olur. Ruslar, kaçan Kuzey Kafkasyalıların iadesini istemişlerdir. Bu mülteci iadesi isteğini uzun süre görüşen İngiliz ve Amerikalı devlet adamları nihayet cevap verirler. Soydaşlarının yaşadığı, dost ve kardeş Türkiye’ye ulaşabileceklerini ümit eden on bin insanın Ruslara verilmesi kararlaştırılır. Londra`dan gelen 28 Mayıs 1945 tarihli cevap şöyledir: “Mülteciler Sovyet otoritelerine teslim edilecektir!..”Kuzey Kafkasyalı mülteciler hakkında verilen bu insanlık dışı kararın uygulanması için, İngiliz tankları, bu insanları Dellah bölgesine sürerler. Burada “Yurtlarına dönmeleri gerektiği ve bunun için kendilerine yardımcı olunacağı (!)” resmen tebliğ edilir. Herkes bunun ya ölüm ya da Stalin’in acımasız kamplarında mahkumiyet olacağını bilmektedir. Nitekim teslim edilenler hemen orada kurşuna dizilirler. Mültecilerin Ruslara teslimiyetlerini takip eden birkaç gün içinde, Drau Nehri korkunç olaylara sahne olmuştur.
Karaçaylılar nerede yaşıyor?

Karaçay-Malkar Türkleri yüzyıllardan beri, Kafkas sıra dağları’nın en yüksek zirvesi olan Elbruz dağının (Mingi Tav) yüksek bölgelerinde ve derin vadilerde yer alan köylerde yaşayan iki kardeş topluluktur. Elbruz dağının bir ucunda Karaçaylılar, diğer yamacında Malkarlılar yaşar. Bu coğrafi konumun dışında aralarında hiçbir farklılık yoktur.1920′li yıllarda Sovyetler’in “Kollektivizm” politikası gereği, dağ köylerinde yaşamakta olan pek çok Karaçay-Malkar ailesi, düzlüklere göç ettirilerek buralarda kurulan yeni köylere yerleştirildiler. Dilleri batı Türk dilleri grubundandır. Kıpçak ve Kıpçak alt grubunda sınıflandırılabilir. Kuzey Kafkasya’da yaşayan diğer iki Türk topluluğu olan Kumukça ve Nogay diline de benzerlik gösterir. Tarihî, antropolojik, arkeolojik ve linguistik araştırmalar Karaçay-Malkarlıların bu bölgede uzun yüzyıllar hakimiyet kuran Türk kavimlerinin torunları olduklarını, zaman içinde çeşitli Kafkas halkları ile karıştıklarını ortaya koymaktadır.1828 yılına kadar Rus idaresine tabi olmadılar, bu tarihten sonra Karaçaylılar Çerkeslerle birlikte 1862 yılına değin Ruslarla çarpıştılar. 1864′de Karaçay’ı da kapsayan Çerkesya’nın Rus istilasına uğraması sonucu, büyük bir göç olayı (deportasyon) yaşandı. Rusların Kafkasya’yı işgali sonunda 1880′li yıllardan itibaren zaman zaman Karaçay-Malkar halkının bir bölümü diğer Kafkas kabileleri ile birlikte Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı. Bugün bu göçmenlerin torunlarından yaklaşık 25 bin Karaçay-Malkar Türkü Türkiye’de, 2,000 civarında Karaçay-Malkar Türkü Suriye’de, yaklaşık 6,000 kişilik bir kısmı da Amerika’da yaşamaktadır. Karaçay-Malkar halkı bugün Kafkasya’da “Karaçay-Çerkesya” ve “Kabarday-Balkarya” adlarını taşıyan iki ayrı özerk cumhuriyet de Rusya Federasyonu’na bağlı olarak yaşamaktadırlar. 1989′da Karaçaylılar 156,140, Malkarlılar ise 88,771 nüfuslu idiler.

MEHMET DEMİRCİ
 

Editör: Vitrin Haber